Pişmanlık-Keşkeleri çıkardım hayatımdan

 

Yaşamımızın her anını geçmişin pişmanlıkları ve geleceğin kaygılarını düşünerek sürdürürüz.Erken yaşlarda hayatın akışını yarına dair beklentiler oluşturur.İlerleyen yaşlarda geleceği planlamak yerini, geçmişi sorgulamaya bırakır.Hayatın gündemini keşkeler belirler artık.

Bu arada esas yaşamamız ve düşünmemiz gereken içinde bulunduğumuz an akıp gitmektedir. Geçmişin ve geleceğin kesişme noktası yaşadığımız andır.Napolyon’un dediği gibi;Yasaların işlemediği tek bir hırsız vardır ve bu hırsız insanoğlunun en değerli şeyini çalar: zaman.Kimse geçmişini geri satın alabilecek kadar zengin değildir! Hayatta asıl önemli olan; hala yaşıyorken, asla geç olmadığına inanmaktır.

Neden pişmanlık duyarız.Bu duygu hata yaptığını düşünen insanın kendini affedememesinden kaynaklanır. Burada önemli olan, insanın yanlış yaptığına dair inancıdır.Söz konusu yanlış, sadece düşünce yada duygu seviyesinde de olabilir. Yapılan yanlış bir iş için kendinizi suçlarsınız çünkü kendinizi affedemezsiniz.Bu tecrübeyi geçmişte bırakıp hayatınıza devam edemezsiniz.

Mutlaka hepimizin kendini suçlu hissettiği zamanlar vardır, ancak bazı insanlar bu duyguyu daha yoğun yaşarlar.Ne zaman hata yapsalar, uzun süre bu hatayı unutamazlar.Doğal olarak zamanla bu yoğunluk nedeniyle kendine güvensizlik, endişe ve affedememek bir yaşam biçimine dönüşür.

Pişmanlık  kişinin kendisini suçlayan ve eleştiren bir iç ses olarak hissedilir.Birçok insan pişmanlığı bir saplantı olarak yaşamakta ve onu her fırsatta suçluluğa dönüştürmekte, kendisini değersizleştirmektedir.

Pişmanlıklar; parmak izleri gibi, kişiye özeldir. Pişmanlık duygusundan kurtulmanın yolu buna sebep olduğuna inandığımız hatalarımıza farklı bir bir bakış açısı getirebilmektir.Yaşamımız, sınavlar ve deneyimlerle doludur. Acılar, mutluluklar, başarılar, başarısızlıklar bunların hepsi hayatımızın anlamını oluşturur. Gençliğin kıymetini ihtiyarlar, huzurun kıymetini huzursuzlar, sağlığın kıymetini hastalar, hayatın kıymetini ölüler bilir.Bunlardan birini yaşamadan diğerinin önemini anlayamayız.Ama hayatın kıymetini anlamak için ölümü bekleyemeyiz.Nietzsche’nin dediği gibi;

Öyle bir hayat yaşadım ki,

Cenneti de gördüm, cehennemi de

Öyle bir ask yasadım ki

Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de

Bazıları seyrederken hayati en önden

Kendime bir sahne buldum oynadım

Öyle bir rol vermişler ki

Okudum okudum anlamadım

Kendi kendime konuştum bazen evimde

Hem kızdım hem güldüm halime

Sonra dedim ki ‘ söz ver kendine ‘

Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin

Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin

Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin

Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayati seyredersin

Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım

Öyle çok değerliymiş ki zaman

Hep acele etmem bundan,

Anladım…

Hatalarımız bizim öğretmenlerimizdir. Onlar başımıza geldiğinde eğer görmesini ve ders almasını bilirsek gerçek deneyimi kazanmış oluruz. Bu nedenlerden dolayı hatalardan pişmanlık duymak yanlıştır. Bizi gereksiz yere olumsuz duygu ve davranışlara iter. Ama biz hatalarımızı pişmanlıkla değil, öğretici yanıyla karşılarsak, gerçek huzura ve başarıya kavuşuruz

Kişinin  sağlıklı bir psikolojiye sahip olabilmesi büyük ölçüde, içinde bulunduğu anı ne kadar yaşayabildiğine bağlıdır. Dün neler olduğu, ya da, ertesi gün neler olabileceğinin önemi yoktur. İnsanın düşünmesi gereken zaman, içinde bulunduğu andır. Asıl olan budur. Geçmiş adı üzerinde olmuş, bitmişlerin adıdır. Tekrar o an bir daha geriye gelmez. Önemli olan burada yaptığımız hataları tecrübeye dönüştürebilmektir.Geleceğimizi kaygılar üzerine kurmamalıyız.Yarınlara umutla bakmalı ama, hayallerimizin içinde bulunduğumuz anı götürmesine izin vermemeliyiz.Sonuçta yaşayacağımiz hayatın limiti belli, takdir edilen nefesin bir fazlasını kimse kimseye veremez.O halde hayat aldığımız nefes kadardır.

Deneyimlerle öğrendiğimiz yeni bilgilerimizi iyice incelemeliyiz. Bunun benzerleriyle tekrar karşılaştığımızda yaklaşım ve eylemlerimizde neler yapmamız gerektiğini anlamalı ve yapabilmeliyiz. Gelecek başka zorluklar için kendimizi hazırlamalıyız. Hatalarımızdan asla pişmanlık duymayıp, olumsuz duygulara kapılmayıp yolumuza devam etmeliyiz.Özellikle yaptığımız hatalar yarınlar için şevkimizi ve özgüvenimizi kırmamalıdır.Yaptığımız şeyler için pişmanlık zamanla geçer, hayatta unutamayacağımız en büyük pişmanlık, pişman olurum diye yapmadıklarımızdır.Şebnem Kısaparmak’ın söylediği gibi;

Keşkeleri çıkardım hayatımdan

Eyvallahlar bana göre degil artık

Bana göre değil pişmanlıklar

Keşkeleri çıkardım hayatımdan.

Amerika tarihinde siyahlar

Ferguson’da Michael Brown’ın ölümü ardından başlayan gösteriler ile ABD’de siyahilerin 19. yüzyıldan bu yana süren mücadelesi tekrar gündemde. Birçok kişiye göre olaylar sadece ırkçılıkla değil sınıf çatışmasıyla da ilgili…

 

“Biz buraya kendi isteğimizle gelmedik. Bizi topraklarımızdan söküp zorla getirdiler. Şimdi halimize bak. Şu caddenin üzerinde tam 7 tane içki dükkânı var. Ama okullarımızda doğru dürüst eğitim yok. Alkol ve işsizliğe mahkûm ediliyoruz!” Ferguson’da bir eylemcinin bağırarak sarf ettiği bu sözler siyahî genç Michael Brown’ın beyaz bir polis tarafından öldürülmesinden sonra sokağa dökülen kalabalığın bir cinayetten daha fazlasına isyan ettiğinin en büyük kanıtıydı.

Her cinsten, her ırktan insanın kaynaştığı yer olarak bilinen bu ülkede, gerçekten de her çeşit insan var. Ama herhalde hepimizin aklına ilk gelen ırk, zenciler olacaktır. Zenciler bugün eski kölelik günlerinden uzakta görünüyorlar. Ama boyunlarında görünmeyen esaret halkalarını anlamak zor değil.

Sorunu daha iyi anlamak için önce Amerikan tarihinde zenciler için kilometre taşları sayılabilecek olayların incelenmesinde fayda var:

1619 – Kuzey Amerika’da yerleşen İngiliz kolonileri, ilk zenci köleleri Afrika’dan Virginia’ya getirdi.

1793 – Çırçır makinasının icadı, Güney’de köle işgücüne olan istemi artırdı.

1808 – Yurtdışından ülkeye köle getirilmesi yasaklandı.

1861 – Güney’in ABD’den ayrılmasıyla konfederasyon kuruldu ve iç savaş başladı.

1863 – Başkan Abraham Lincoln ”Azat Beyannamesi”ni yayımladı. Konfedere devletlerdeki tüm kölelerin özgürlüğünü ilan etti.

1865 – İç savaş sona erdi. Lincoln, uğradığı suikast sonucu yaşamını yitirdi. ABD Anayasası’nın 13. maddesi köleliği yasakladı.

1868 – Anayasanın 14. maddesiyle, tüm Afrika kökenli Amerikalılar’a vatandaşlık hakkı verildi.

1870 – Zenci erkeklere oy kullanma hakkı verildi.

1896 – ABD Yüksek Mahkemesi, ırk ayrımının anayasayal olduğuna hükmetti.

1947 – Jackie Robinson, Amerika Ulusal Beyzbol Ligi’nde oynayan ilk zenci oldu.

1948 – Başkan Harry S. Truman, ABD ordusunda ırk ayrımının kaldırılması talimatını verdi.

1954 – ABD Yüksek Mahkemesi, okullardaki ırk ayrımının anayasal olmadığına hükmetti.

1955 – Rosa Parks adlı kadın, Alabama’da otobüste yerini bir beyaza vermeyi reddetti. Tutuklanması, Martin Luther King öncülüğünde 1 yıl süren ve çok ses getiren bir boykotu beraberinde getirdi. Zenciler, 1 yıl boyunca otobüslere binmediler ve işlerine toplu halde yürüyerek gittiler.

1963 – Martin Luther King, Alabama’da insan hakları gösterileri sırasında tutuklandı ve hapse atıldı, aynı yıl Washington’da, ünlü ”Bir Düşüm Var”(I Have a Dream) başlıklı konuşmasıyla zencilerin özgürlük mücadelesini ateşledi.

1964 – Başkan Lyndon Johnson, İnsan Hakları Yasası’nı imzaladı. Martin Luther King, Nobel Barış Ödülü’nü kazandı.

1965 – İnsan hakları savunucusu Malcolm X öldürüldü. Alabama’da insan hakları gösterileri şiddet kullanılarak bastırıldı. Oy Kullanma Hakkı Yasası, Kongre’den geçti.

1966 – Massachusetts eyaletinden Edward Brooke, iç savaşı izleyen yeniden yapılanma döneminden sonra seçilen ilk zenci senatör oldu.

1967 – Thurgood Marshall, ilk zenci yüksek mahkeme yargıcı olarak başkan Johnson tarafından atandı.

1968 – Martin Luther King, Tennessee eyaletinin Memphis kentinde suikaste kurban gitti.

1990 – Douglas Wilder, Virginia Valisi seçilerek ülkenin ilk zenci valisi oldu.

Haziran 2008 – Illinois Senatörü Barack Obama, Demokrat Parti’nin başkan adayı seçildi.

4 Kasım 2008 – Barack Obama, rakibi Cumhuriyetçi Parti’nin adayı John McCain’i başkanlık yarışında geride bırakarak ABD’nin müstakbel başkanı seçildi

Olayların bundan sonra nasıl gelişeceği, ne kadar süreceği ve bu hareketlenmenin sonunda başta hukuk alanı ve güvenlik güçlerinin yaklaşımları olmak üzere 1960’lara benzer ciddi bir değişimin yaşanıp yaşanmayacağını ise şimdilik tahmin etmek çok güç.

Mutlu insanları diğerlerinden ayıran 11 özellik

Herkes mutlu olmak ister ama acaba kaç kişi buna sahip olmayı başarmıştır. Yapılan araştırmalar insanların sadece üçte birinin kendilerini mutlu hissettiklerini göstermektedir. Kendinizi mutlu hissetmiyorsanız bile, büyük ihtimalle mutlu insanları tanıyorsunuz. Bu insanlara neden defalarca hayranlıkla baktığınızı bir düşünün. Biraz zaman ayırın ve etrafınızdaki mutlu insanları biraz yakından ve dikkatli bir şekilde izleyin. Çok şaşıracaksınız, onların davranışlarının sizi de sardığını ve kendinizi mutlu hissetmenizi sağladığını fark edeceksiniz. Çünkü onlar etraflarına pozitif enerji yayarlar. Eflatun mutluluğun akıl, fiziksel arzular ve ruhun uyumuyla yakalanacağını söyler. İşte mutlu insanları diğerlerinden ayıran 11 özellik:

1. Mutlu insanlar güzeldir

Çok genel bir ifade oldu ama mutlu insanlar gerçekten güzeldir. Onlar güzel görünümlü ve hoş insanlardır, saygılı, sıcak, düşünceli ve yardımseverdir. Sonsuz sabırları vardır ve kendilerini çok özgür hissederler. Çevrelerine pozitif enerji yayarlar ve herkesin işini kolaylaştırırlar.

2. Mutlu insanlar dürüsttür

Mutluluk yalanla elde tutulamaz. İnsan önce kendine sonra da arkadaşlarına karşı dürüst olmalıdır. Kendilerine karşı dürüst olamayanlar genellikle başkalarına karşı yalan söylerler. Dürüstlük önce kendini tanımak ve kendine saygı duymakla başlar. Kendilerini tanırlar ve bunu göstermekten de korkmazlar. Onlar her zaman kendi kişiliklerini korurlar, bir şeylerden gizlenmek için maske takmaya ihtiyaçları yoktur. Kendinizi her zaman olduğunuz gibi kabul ettiğiniz zaman yaşam gözünüzde çok daha basit hale gelecek. Emin olun yalan söylemeyi bıraktığınız gün, bütün insanları güzelleşmeye teşvik eden birer ilham perisine dönüşeceksiniz.

3. Mutlu insanlar işbirliği ve takım çalışmasına inanırlar.

Zafer paylaşacak bir takım yoksa onlar için hiçbir şey ifade etmez. Hiç kimse tek başına hiçbir şey değildir. Yanlarındaki insanların onlar için gösterdiği çabayı çok iyi bilirler ve başarının hazzını mutlaka onlarla paylaşırlar. Çoğu zaman da bu davranışlarının karşılığını saygı duydukları insanlardan alırlar. Onlar da mükemmel değillerdir ve kendileri de bunun farkındadırlar. Başarısızlıklarına bahaneler bulmak yerine kabullenmeyi seçerler. Hatalarından dersler çıkarıp, bu dersleri kişisel gelişimlerine katkı sağlayacak şekilde kullanırlar. Başarı ve mutluluk paylaştıkça artar.

4. Mutlu insanlar çok güzel gülümser.

Fotoğraftaki gülümseme ile mutluluk gülüşü arasında çok büyük bir fark vardır. Mutlu insanların tüm vücutları ile güldüğünü hissedersiniz. Bunun için öncelikle hayatı her şart altında gülümseyerek yaşamayı öğrenmek lâzım. Gülümseme en büyük güçtür. Bu yetenek ve özellik tüm yaratılanlar arasından yalnızca insana verilmiştir.

5. Mutlu insanlar ortama çabuk uyum sağlarlar.

Onlar küçük şeylere odaklanırlar ve küçük şeyleri mutluluğa dönüştürmeyi bilirler. Detaylarla kendilerini üzmezler, nelerin hayatı güzelleştirdiğini, nelerin takılmaması gerektiğini çok iyi bilirler. Karşılaştıkları problemleri kendilerini geliştirmek için bir fırsat olarak kullanırlar. Bir şeylerin değiştirilemeyeceğine inanmazlar, her zaman başka bir yol vardır.

6. Mutlu insanlar çevrelerinde mutlu insanlar barındırırlar

Mutluluk bulaşıcıdır. Onlar arkadaşlarını kendileri gibi aynı özelliklere sahip olanlardan seçerler ya da başka bir bakış açısıyla gittikleri her yerde etraflarına yaydıkları pozitif enerji ile herkesi kendilerine benzetirler. İnsanlar etrafındakileri izlerken etkili davranışları taklit etme eğilimindedirler. Bir süre sonra özellikle mutlu insanların izlendiği ve onların davranışlarının izleyicilere bulaştığı görülür.

7. Mutlu insanlar çok doğaldır.

İçinde bulunduğunuz anın değerini bilmek mutluluk için ilk şarttır. Birçok insan hayatının her anını dünün pişmanlıklarını, yarının kaygılarını düşünerek geçiriyor. Unutmayın mutluluk yarında değil. Bu anda. Şimdi kendiniz için ne yapabiliyorsanız onu yapın. Geçmişe kızmayın, yarını sorgulamayın. Hayat bugündür. Bugün kendiniz ve sevdikleriniz için en iyisini yapın. Mutlu insanlar içinde bulundukları anın farkında oldukları için, kimsenin fark edemediği eğlence ve güzellikleri hep yakalarlar;bu tamamen hayata bakış açısı ile ilgili. Onlar en kötü anlarda bile kendilerine mutluluk verecek tatları yakalamayı bilirler.

8. Mutlu insanlar çok iyi dinleyicidir.

Bir şeyler öğrenmenin, mutluluk fırsatlarını yakalamanın yolu dinlemekten ve başkalarına saygı duymaktan geçer. Onlar kendilerinde değişim sağlatacak farklı bakış açılarına çok değer veririler. Başkalarının hissettikleri onları çok derinden etkiler. Çünkü çevrelerindeki insanların duygu ve düşüncelerini kendi arzularından çok daha fazla önemserler. Hayatlarını öğrenmeye adadıklarından, sus ve dinle prensibi onlar için vazgeçilmezdir.

9. Mutlu insanlar azla yetinmeyi bilirler.

Onalar küçük hayaller kurarlar ve hayatın onlara vereceği büyük hediyeler için hazır beklerler. Her sabah uyandıklarında tekrar güneşi gördükleri ve nefes aldıkları için minnettardırlar. Sayın Yavuz Bahadıroğlu’nun bir köşe yazısında okumuştum;

Belki mutluluk, sadece görmektir…

Belki sadece işitmektir…

Belki hayatı koklamaktır…

Belki yalnızca dokunmaktır, tutmaktır…

Belki elimizdekini fark edip şükretmektir…

Belki mutluluk, hayatın olumlu yönlerini keşfetmektir…

Belki de yalnızca nefes almaktır…

Bir hasta için en büyük mutluluk sağlığına tekrar kavuşmaktır…

Peki, acaba sağlıklı günlerinde neden mutlu değildi?

İflas eden iş adamı için en büyük mutluluk, tekrar zengin olmaktır…

Zenginken neden mutlu olmadı?

10. Mutlu insanlar asla yargılamazlar.

Kimse yargılanmayı sevmez çünkü bunların çoğunda yanlış bilgilendirilme vardır. Hayat sürekli bir öğrenme sürecidir ve bu süreç içinde hepimiz eksikliklerimizle savaşırız. Başkalarının da bu eksiklikleri görmesi mümkündür. Diğer insanları yargılamanın, onlar hakkında kesin hükümler vermenin kimseye faydası yoktur.

11. Mutlu insanlar tutkuludur

Mutlu insanların ortak özelliği hayatı tutkulu yaşamaları ve bu tutkularını hep yükseklerde tutmak için çabalamalarıdır. Mutlu insanlar genelde aradıkları şeyleri hayatlarının bir yerinde ya da bir döneminde bulan ve daima sevdikleri şeyleri yaparak zaman geçiren bireylerdir.

Mutluluğa yolculuk kolay değildir, mütevazi bir dürüstlük gerektirir. Mutlu insanlar kıskanç olmanızı istemezler, mutluluğunuzu paylaşmanız hem onları mutlu eder, hem de mutluluğunuz çoğalır. Onlarla birlikte olun, size bir el vermelerine ve daha iyi bir hayata taşımalarına izin verin

Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış, kendi yolumu çizdiğimde anladım

Ortadoğu’nun sır topluluğu: Ezidiler

ezidileralıntı sözleri

IŞİD terörü Suriye ve Irak topraklarında ilerlemeye devam ediyor. Geçtiği her yerde önüne çıkan masum insanları katlediyor. Son olarak Uluslararası Af Örgütü’nün hazırladığı rapora göre, terör örgütü IŞİD tarafından kaçırılan yüzlerce Ezidi kadının örgütün elinde seks kölesi olarak kullanıldığı, cinsel istismara maruz kaldıkları ortaya çıktı. Raporda ayrıca esir düşen çok sayıda Ezidi kadının yaşadıklarından dolayı intihar ettiği belirtildi. “Cehennemden Kaçış” adı verilen raporda IŞİD’in kaçırdığı Ezidi kadınları, seks kölesi olarak kullandığı, işkence ve kötü muameleye maruz bıraktıkları belirtildi. Dünya kamuoyunun dikkatini, Irak meclisinde ağlayarak yardım isteyen Ezidi vekille üzerine çeken Ortadoğu’nun bu sır topluluğunun hikayesi nedir?

IŞİD terörü ile birlikte o bölgede yaşayan Kürt ve Türkmenler de aynı kaderi yaşadı ve yaşıyor. Hıristiyanlar da. Fakat dünya kamuoyu bu terör faciasıyla Ezidileri öğrendi. Önce isim kargaşası yaşandı medyada. Yezidi mi? Ezidi mi?

Ezidiler kimdir?

Ezidiler ile ilgili çok fazla kaynağa sahip değiliz. Çeşitli basın mensubu ve araştırmacının  onlarla yaptığı mülakat ve gözleme dayanan çok az sayıda kitap ve makale mevcut. Hepsinde ortak söylem Ezidilerin dinlerine ve kültürlerine dair konuşmaktan kaçınması ve korkması. Buna sebep olarak yaşadıkları coğrafyada etkin olan inanışlara sahip toplulukların onlara bakış açısı gösteriliyor.

Ezidilerin büyük bir kısmı kendilerini Kürt olarak kabul etmekte ve kendilerine de “Dasni” (ki bu isim, aynı zamanda Duhok ile Laleş arasındaki dağlık bölge ile burada yaşayan bir Kürt aşiretinin ismidir) adını vermektedir. Zaten, bazı tarihi kayıtlarda da “Ekrad” (Kürtler) taifesinden oldukları açıkça belirtilmiştir.

Ezidilerin gerçekten de Kürtlerle dikkat çeken soy, dil ve kültür benzerlikleri vardır. Tipoloji, dil ve folklor olarak Kürtlere benzeyen Ezidilerin sosyal örgütlenmesi de yine Kürtlerinkine benzer. Buna göre, başlarında bir ağa bulunur ve her aile ve akraba ayrı bir birlik oluşturur. Konuştukları dil ise, büyük farklılıklar göstermesine rağmen Kürtçenin Kurmançi lehçesidir. Bu özellik de Kürtçe içindeki büyük lehçe farklılıkları ile örtüşüyor.

Sincar dağlarındaki Şengal şehrinde yer alan Laleş bölgesi, Ezidilerin kutsal mekanı. Tanrının ikamet ettiği yer olduğuna inanıyorlar. Dolayısıyla dünyadan önce yaratılmıştır diyorlar.

Ezidilere göre kötülük meleği tanrının tüm sınavlarından başarıyla geçmiş affedilmiş ve bu sebeple dünyanın yönetimi ona verilmiş. Melek Tavus diyorlar ona. Bu inançları sebebiyle Hıristiyan ve İslam toplumları tarafından şeytana tapanlar olarak algılanmış.

Ezidiler, geleneksel olarak küçük gruplar halinde, Irak’la Suriye’nin kuzeybatısında ve Türkiye’nin güneydoğusunda yaşıyorlar. Nüfuslarının 70 bin ile 500 bin arasında olduğu tahmin ediliyor.

Sadece IŞİD tarafından değil, yıllardır bölgede hakimiyet kuran tüm topluluklar tarafından eziyet görmüş ve üzerlerine çamur atılmış bir toplum olarak nüfusları geçtiğimiz yüzyıl boyunca giderek azaldı. Bölgedeki diğer azınlıklarda olduğu gibi Ezidiliğe geçmek mümkün değil, ancak doğuştan Ezidi olabilirsiniz. Ezidilerin başka bir din mensubuyla evlenmesi de yasak. Dolayısıyla kapalı bir toplum. Diğer toplumların inançlarına duydukları tepki dolayısıyla içe kapanık olmuşlar.

Ezidi adı ve anlamı

IŞİD gibi Sünni radikaller, Ezidi isminin Emevi hanedanının ikinci halifesi olan ve hiç sevilmeyen Yezid İbn Muaviye’den geldiğini düşünüyor. Ancak araştırmalar gösteriyor ki ismin Yezid ile bir ilgisi yok.

Ezidi isminin İran şehri Yezid ile de bir ilgisi yok. İsmin kökeni modern Farsça’da melek ya da ilah, tanrı anlamına gelen “ized” kelimesinden geliyor.

Ezidi kelimesi basitçe “tanrıya inananlar” anlamına geliyor, Ezidiler de kendilerini bu şekilde tanımlıyor.

Ezidiliğin peygamberi kimdir?

Ezidiler, kendilerine gönderilmiş peygamber olduğuna inanmamakla beraber diğer milletlere gönderilen peygamberleri kabul etmektedirler. Ezidi dini literatürü özellikle ismi Kur’an’ı Kerim’de geçen ve hikâyeleri İslami versiyonları ile büyük benzerlikler gösteren birçok peygamberin hayat hikâyesine dair kavil ve kıssalarla doludur.

Geleneksel Ezidilik genel olarak takdis edilen evliyalar ve bu evliyaların mezarları ve makamları etrafında uygulanan ritüel ve merasimlere dayanan bir melekler kültü ve azizler (evliyalar) kültü üzerine kuruludur. Bu evliyalar Ezidilerin nazarında peygamberler ile eşdeğer hatta daha üstün olarak tutulmaktadırlar.   Bu evliyaların büyük çoğunluğu Şeyh Adi b. Müsafir’in ailesi ve onların bazı halife ve müritlerinden oluşmaktadır.

Kutsal kitapları

XIX. yy’ın sonlarına doğru Ezidiler üzerine çalışma yapan misyonerler tarafından ilk olarak Ezidi kutsal kitapları olan ‘Mushefa Reş’ (Kara Kitap) ve ‘Kitab-ı Cilve’ basıldı. Bunlar orijinal kitaplar değil. Ezidiler de bu iki kitabı kabul etmemektedirler. Onlar bu iki kitabın şu an da ellerinde olmadıklarını söylüyorlar. Onlara göre Ezidi dini metinleri yazıya geçirilmeyip özellikle Kavallar tarafından sözlü şekilde nesilden nesile aktarılmıştır. Doğru olan da budur

Bölgedeki topluluklar tarafından neden dışlanıyorlar?

1970’lere kadar Türkiye’deki Ezidilerin çok büyük bir kısmı okuma yazma bilmiyordu. Ezidilerle yapılan yüz yüze görüşmelerde çocuklarını okula göndermeme sebebi olarak, inançlarıyla dalga geçilmesini gösteriyorlar. Ezidilerde tükürmek yasaktır, büyük günahtır. Bunu bilen çocuklar Ezidi bir çocuk karşısında tükürebiliyordu.

Şeytan kelimesini kullanmaları da yasak. İnandıkları Melek Tavus’a yüzlerine karşı şeytan denilmesi onlar için büyük bir sorun.

Ezidilerin nüfus cüzdanlarına dair de büyük bir sorunları var. Din hanesinde çarpı işareti var. Çünkü resmiyetete Ezidilik, tanınan dinler arasında değil. Aynı sıkıntıyı Batı’ya göç ettiklerinde de yaşadılar. Dinleri konusunda sınıflandırma zorluğu yaşadılar çünkü ne Hıristiyan ne Müslüman ne de Batı’nın tanıdığı diğer dinlerden değillerdi. Dinlerinin Batı’da bir tanımı yoktu.

Zulüm ve işkencenin büyük bir bölümü isimleri ile ilgili bir yanlış anlamadan kaynaklanıyor.

Ezidiler neden dairenin dışına çıkamaz?

Onların dairesel hareket eden zaman anlayışına göre önemli olan dönüşümdür. İnanışlarına göre olup biten her şey belli bir akış ve ritimle sürekli tekrarlanıyor. İşte bu yüzden daire çok önemli bir sembol olarak kabul edilir. Dinî törenlerinin birçoğunda tapınaklarının etrafından döner. Yemin ederken de daire işareti yaparlar. Bu sebeple Ezidilerin düşmanları veya onlara eziyet etmek isteyenler daire simgesini kullanırdı. Hatta onları öldürmek için bile. Çemberi kendilerini gerçekleştirebilecekleri yer olarak kabul eden Ezidiler için etrafına çember çizilmesi meydan okuma, dinlerini değiştirmeye bir çağrıdır.

Melek Tavus

Tanrının dünyanın sadece yaratıcısı olduğunu düşünüyorlar. Sürdürücüsü değil. Dünyada tanrısal iradenin icra organı Melek Tavus’tur. Melek Tavus yanında ruh göçü yoluyla Tanrısallığa yükselmiş olan Şeyh Adi onla bir olmuş görünmektedir. Yezidiler cehenneme inanmıyorlar. Şeytana ve cehennem cezasına da inanmazlar. Ezidilik kan bağıyla geçiyor. Ezidiliği yaymak kesinlikle yasak. Bu sebeple sır din olarak anılıyor. En yüceleri Melek Tavus olarak bilinen Tavuskuşu meleğinin de aralarında bulunduğu yedi büyük ruh Yezdan’dan çıkmıştır. Melek Tavus kutsal iradenin aktif uygulayıcısı olarak bilinir ve Tanrıdan ayrı düşünülemez. Bu nedenle Ezidilik tek tanrılıdır. Erken dönem Hristiyanlıkta tavuskuşu ölümsüzlüğün simgesi idi, çünkü eti çürümezdi. Ezidiler günde beş kez Melek Tavus’a dua ederler. Melek Tavus’un diğer adı “şeytan”dır, bu nedenle Ezidilerin yanlış bir şekilde şeytana tapanlar olarak damgalanmasına yol açmıştır.

Üç tarikatları var: fakirler, koçaklar ve fahralar  

Din büyüklerinden oluşan kastlar (şeyhler ve pirler) ile müritler, toplumun iki ana tabakası. Hiyerarşinin en tepesinde şeyhler var. Unvanlar babadan oğula geçiyor. Mirler, şeyhler Laleşteki kutsal merkezin yakınındaki köylerde otururlar. Ezidilerde iki tarikat var. Bunlardan biri Fakirler olarak anılıyor. Bu tarikatlara, kastların aksine katılımla geçiliyor. Genellikle babalar oğullarını eğiterek fakir olmaya hazırlar. Çile çekerek hayat sürerler. Dini konularda geniş bilgi sahibidirler. Diğer tarikata ise koçak denir. Koçakların mucizeler gösterdiğine ve gelecekten haber verebildiğine inanılır. Koçaklar da laleş yakınlarında yaşarlar. Bir de kadın tarikatı var. Çilecilik hayatı sürmek isteyen kadınlara fahra deniyor. Laleşte yaşar ve kutsal yere hizmet ederler. Evlenmezler.

Bir Ezidi’nin yaptırması gerekenler; sünnet, vaftiz ve saç kestirmek

Ezidilerin hayatında önemli evreler var; bisk (saç kemsi), sinet (sünnet), helal veya mor kirin (vaftiz, laliş’teki kutsal kaynaktan alınan kutsal zimzim suyuyla vaftiz edilir), biraye exrete (ahret kardeşliği) ve dawet’tir (düğün). Bir de cenaze töreni.

Ezidilikte ibadet

Ezidiler, Hakikat Farzları ve Tarikat Farzları olmak üzere iki farklı farz kategorisine inanmaktadırlar. Hakikat Farzları; her Ezidinin sahip olması gereken Şeyh, Pir, Usta, Mürebbi ve Ahiret kardeşi (ya da kız kardeşi)’dir. Tarikat Farzları ise; dört namazda okunan dualar, her Yezidinin tutması gereken üç günlük Oruç, Laleş’teki Kaniya Spi (Akpınar)’da vaftiz olmak, yatmadan önce Şehadet duasını okumak, her Ezidi’nin boynunda ‘Toka Êzid’ bulunması, erkek çocukların sünnet olması gibi Ezidilerin sembollerinden meydana gelmektedir.

Ezidilerin yerine getirdikleri Dua ya da Nımêj olarak dile getirdikleri günlük namazları vardır. Sabah ve akşam namazlarında Yüzlerini kıbleye çevirirler. Öğle namazında ise yüzlerini Laleş’e çevirirler.

Ezidilerde iki çeşit oruç tutulmaktadır. Bütün Ezidi halkının tuttuğu genel oruç ve sadece Babaşeyh, Kavval ve Fakirler gibi din adamlarının tuttuğu özel oruç vardır.

Dini bayramları ve özel günleri

Ezidilik; bayram, özel gün ve merasimler bakımından oldukça zengindir. Senenin büyük çoğunluğu bayram, özel günler, özel ziyaretler gibi özel zamanlar ile doludur. Bununla beraber Ezidiler özel mekânlar bakımından da oldukça zengindirler. Yılbaşı: En büyük ve en önemli Ezidi bayramıdır. Çarşema Sor olarak bilinir. Doğu takvimine göre Nisan ayının ilk Çarşambası Yılbaşı sayılır. Ezid Bayramı, Bêlında Bayramı: Çılê Zıvıstane’nin (Kış Kırkı) ilk Cuma günü sadece Pirafat Pirlerinin bayramı ikinci Cuma ise genel bayram olarak kutlanır. Hıdır İlyas Bayramı: Şubat’ın ilk Perşembe günü kutlanır. Bunlar haricinde Kurban bayramı, Ramazan bayramı, İsa bayramı, gibi birçok bayram bulunmaktadır.

Birçok Ezidi Türkiye devleti artık onları rahatsız etmediği için geri dönmeye başladı. Yüzyıllar boyu süren zulümlere maruz kalmalarına rağmen, Ezidiler inançlarını, dikkate değer kimlik duygularına olan bağlılıklarını ve güçlü karakterlerini hiç terk etmedi.

Eğer IŞİD tarafından Irak ve Suriye’de yerlerinden edilirlerse, daha fazlasının Türkiye’nin güneydoğusuna, inançlarını yaşamalarına izin verilen yere yerleşmesi mümkün.

Kaynaklar

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/08/140808_ezidiler_kimdir

http://www.zaman.com.tr/pazar_kim-bu-ezidiler

http://www.timeturk.com/tr/2012/11/30/kim-bu-ezidiler-nerede-yasar-neye-inanirlar

IŞİD Kıskacındaki Yezidiler Kimdir?

8 adımda para yönetimi

Akıllıca planlanmış para yönetimi matematikten daha fazlasını gerektirir.Bunu rakamlarla izah edemezsiniz.Psikolojik ve duygusal etkenler başarı yolunda engeldir.Esasında kural çok basit;kazandığından az harca ve erken ve sık sık yatırım yap ki emekli olduğunda rahat edesin.

İlk maaş aldığınız günü düşünün.Bir yetişkin olduğumuz gün bizden beklenen davranış kazandığımız parayı yönetebilmemizdir, ama çok azımız bunu başarma yeteneklerine sahiptir.Eğitim sistemi bizi nasıl meslek sahibi olacağımız konusunda eğitir ve yetenekler kazandırır.Fakat nasıl tasarruf yapacağımız, nasıl yatırım yapacağımız ve parayı nasıl çalıştıracağımız konusunda bir finansal eğitime ihtiyacımız var.

Tıpkı araba kullanmak ve müzik aleti çalmak gibi para yönetimi de öğrenilebilir ve öğrenmek için hiçbir zaman geç değildir. Para yönetimi daha fazla para kazanmamızı sağlayacak sihirli bir formül değildir;sahip olduğumuz paradan maksimum verim elde etmemizi sağlar.Öncelikle para yönetme becerinizi gözden geçirmenizde fayda var.Şu sorulara içtenlikle cevap verebilirseniz kendinizi test etmiş olursunuz;

  •    Kendi paranızı yönetmek için ne kadar çaba harcıyorsunuz?
  •    Haftalık, aylık ve yıllık ne kadar harcama yaptığınızın kaydını tutuyor musunuz?
  •    Çok küçük faydalar sağlayacak konularda yaptığınız harcamalar sizi hiç üzdü mü?

Para yönetiminin ilk adımı bütçedir.Bütçe sözcüğü birçok insanda korku ve hayal kırıklığını çağrıştırır.Bütçeniz kendi paranız için yaptığınız planlamadır ve bu planlama, tercihlerinize ve önceliklerinize göre belirlenir.Bunu nasıl yapacağını bilmeyen insanlar zamanla  hayal kırıklığı yaşayabilirler.Bütçe yapmanın faydaları;

  • Bütçe, finansal hedeflerimize ulaşmamızı sağlayan yol haritasıdır.
  • Paranın bizi değil, bizim parayı yönetmemizi sağlar.
  • İmkanlarımız dahilinde yaşayıp yaşamadığımızı gösterir.
  • Tasarruf ve yatırım yapmamızı kolaylaştırır.
  • Borçlarımızdan kurtulmamıza yardım eder.
  • Çocukların eğitimi ve emeklilik gibi uzun vadeli harcamaları karşılamamıza yardım eder.
  • Doğru ve kârlı yatırımlar yapmamızı sağlar
  • En önemlisi, kafamızın rahat olmasını sağlar!

Öncelikle işe finansal durumunuzu gözden geçirerek başlayın; Şu anda kredi notunuz ne durumda, ne kadar borcunuz var, paranızı yönetmek ve harcamalarınızı karşılamak için kredi kartı kullanıyor musunuz?

Bütçe planını tamamladığınızda  gelir ve giderinizi hesaplayabileceğiniz ve gelecek için planlar yapabileceğiniz sağlam bir temel oluşacaktır.Bu plan yedi aşamadan oluşur;

  • Hedeflerinizi belirleyin
  • Gelirlerinizi belirleyin
  • Giderlerinizi belirleyin
  • Planınızı uygulamaya başlayın
  • Bütçeniz fazla veriyorsa yatırım olanaklarını araştırın
  • Bütçeniz açık veriyorsa harcamalar kısmaya çalışın
  • Harcamalarınızı kısamıyorsanız, ek gelir yaratmanın yollarını düşünün
  • Bütçenizi yeniden düzenleyin ve keyfini çıkarın

1.AŞAMA:Hedeflerinizi belirleyin

Paranızı yönetebilmeniz için öncelikle neyin sizin için önemli olduğunu, nelerin sizi mutlu edeceğini belirlemeniz gerekiyor.Örneğin kredi kartı borçlarınızı kapatmak, yeni bir ev almak, tatile çıkmak, yeni bir iş kurmak, hangisi sizin için daha önemli.Bu örnekler çoğaltılabilir, siz öncelikle kısa, orta ve uzun vadede hedefler belirlemelisiniz.Örneğin kısa vadede kredi kartı borcunu kapatmak veya yeni bir cep telefonu almak, orta vadede tatile çıkmak veya yeni bir araba almak, uzun vadede emeklilik planları yapmak veya bir ev sahibi olmak hedefleriniz olabilir.

Bir çok insan finansal problem yaşar çünkü ne yapmak istediklerini net olarak bilmezler ve bundan dolayı rastgele para harcarlar.Kendinize ait net hedefler ortaya koymak planınızı inşa etmekte size yardımcı olacaktır.Bu plan kısaca finansal hedeflerinize nasıl ulaşacağınızı gösteren bir harita olacaktır.

Finansal hedeflerinizi belirlerken gerçekçi olun, tasarruflarınızı ilerleyen aşamalarda arttırabilirsiniz. Başlangıçta başarmak için planlama yapın.Bunları belirlerken ne kadar sürede ne kadar tasarruf yapmanız gerektiğini net olarak ortaya koymalısınız.

Ortaya koyduğunuz hedeflere ulaşabilmek için aile bireylerinin tamamının üzerinde hemfikir olduğu bir plan yapmalısınız.Bu aile içi müzakere gerektirir.Açıkça ifade etmek gerekir ki;aile bireyleri inanmaz ve sizinle aynı bakış açısına sahip olmaz ise bu planı uzun süre sürdürmeniz imkansızdır.Özellikle çocuklarınız için bu süreç çok önemli.Bir taraftan hedeflerinize ulaşırken diğer taraftan onlara şimdiden tasarruf yapmanın ne kadar değerli bir davranış olduğunu öğretmiş olacaksınız.

Bütçe planının başarıya ulaşması için tüm aile bireyleri aktif olarak rol almalıdır.Aile içi toplantılarda durum belli sürelerde müzakere edilmeli ve gerekirse küçük ayarlar yapılmalıdır.Aile bireyleri harcamaların nereye yapıldığı konusunda haberdar olmalıdır.Harcama yaparken aile bireylerinin onayını alırsanız zorlu zamanlarda onları ikna etmek hiç de zor olmayacaktır.Başarıya ulaşmak için suçlama yerine çözüme odaklanmalısınız.

2.AŞAMA:Gelirlerinizi belirleyin

Hedeflerinizi ortaya koydunuz.Şimdi para nereden geliyor bunu belirleme zamanı.Para yönetmeyi öğrendiğimizde bunu alışkanlığa dönüştürebiliriz.İşe ailenin gelir kaynaklarını ve bunların tutarlarını ortaya koymakla başlayın.Bütün kaynaklar küçük büyük demeden istelenmelidir;maaş, kira, komisyon gelirleri, bonuslar ve diğerleri.

Burada gözden kaçırılmaması gereken husus maaş ve kira gibi düzenli gelirleriniz yanında sıra dışı gelirleriniz olabilir.Bu tip gelirlerinizi son üç yıllık ortalamalarını göz önünde bulundurarak on ikiye bölün ve aylık tutarını bulun.

3.AŞAMA:Gidelerinizi belirleyin

Sıra geldi gider kalemlerini belirlemeye, işin en zor kısmı da bu.Bir çok insan gelir kaynaklarını söylemekte açıktır fakat giderleri sıralarken biraz gizemlidir.Eğer harcamaları çıkarabildiyseniz başlamak için doğru yerdesiniz.Çünkü bir çok aile harcamaların hesabını yazılı olarak tutmaz, bunları kredi kartı ekstresinden, faturalardan öğrenir.

Bazı harcamalar haftalık ve aylık olur;akaryakıt, market ve fatura harcamaları gibi.Mevsimsel olan harcamalarda da vardır;hediye almak, tatil, kıyafet almak ve ev bakımı gibi.Bu tip harcamaları aylık olarak hesaplamak için yıllık tutarı on ikiye bölmek işinizi kolaylaştıracaktır.

Bütün harcamaları yazdıktan sonra göreceksiniz ki yazdıklarınızdan fazla harcamanız var ve bunları bulamayacaksınız.Harcama kalemlerini net olarak listelemenin yolu tüm aile bireylerini üç ay takip etmektir.Aile bireyleri başlangıçta harcamalarını net olarak söylemekten kaçınacaklardır.Şimdi kaçınma zamanı değil tüm harcamaları açık bir şekilde ortaya koymalısınız ki planlama süreci gerçekçi olsun.

Harcamalarınızın kaydını tutuğunuzda göreceksiniz ki, paranızın bir kısmını ihtiyacınız olmayan işler için kullanmışsınız.Bu harcamalar genellikle içgüdü ile yapılmıştır ve planlı değildir.

İnsanlar dürtü ile harcamayı çeşitli sebepler ile yaparlar.Eğer kendinizi iyi hissediyorsanız keyif almak veya keyfinizi sürdürmek, eğer kendinizi kötü hissediyorsanız daha iyi hissetmeye çalışmak için bu tip harcamaları yaparsınız.

Alışveriş yapmak için yaptığınız gezintilerle bakmak için yaptıklarınızı birbirinden ayırın ve tedbir alın.Eğer bakmak için dışarı çıkıyorsanız yanınıza para ve kart almayın.

Dürtü ile yapılan harcamalar genellikle insanın stres seviyesi ile doğrudan alakalıdır.Az stresli olduğunuz anlar telafi edilebilir fakat yoğun stres içinde bulunduğunuz anlar sizi batırabilir.

Doğru işleyen para yönetiminin anahtarı isteklerlerle ihtiyaçları ayırmaktır.Bir şeyin ihtiyaç mı istek mi olduğunu ayıramıyorsanız bir müddet almayın.Belli bir süre geçtikten sonra gerçekten onsuz yapamayacağınıza kanaat getirirseniz, bu gerçekten bir ihtiyaç olabilir.Ancak çok gerekli ihtiyaçlar örneğin barınma ve ulaşım bile istek içerir, burada ciddi değerlendirmeye ihtiyacınız var.Örneğin tüm ulaşım masraflarını gözden geçirdiniz ve bir araba almanın daha karlı olacağına karar verdiniz, peki nasıl bir araba.

4.AŞAMA: Planınızı uygulamaya başlayın

Peki, gelir ve ödeme tarihleriniz çakışıyor mu? Bu önemli. Bir ayın tümünü göreceğiniz, her günün önemli gelir ve ödemelerini yerleştireceğiniz bir tabloya ihtiyacınız olacak.

Öncelikle gelir ve ödeme günlerinin çakışmaması için tedbir almanız gerekiyor.Faturaların ve banka kredilerinin son ödeme tarihlerini, taksitlerinizi paranızın geleceği tarihe göre firmalarla görüşerek ayarlayabilirsiniz.

Bütçe yapmanın püf noktası onu yüzde bazında yapmaktır.Sahip olduğunuz gelire göre bütçe yapmak  orta ve uzun vadede planınızı aksatır.2500 Lira  aylık maaş alan birinin kira bütçesi için aylık 500 Lira ayırdığını düşünün.Bu kişinin işinden ayrıldığını ve maaşının 1500 Liraya düştüğünü düşünün.

Giderler bölümüne sizden çıkan her şeyi yazmalısınız.Bu sadece yaptığınız fatura ödemelerinden ibaret değildir;tasarruf hesabınıza yatırdığınız para da bir giderdir.Bütçenize şeklini verdikten sonra üzerinde düşünmelisiniz;bu harcama kalemini bu seviyeye düşürebilir miyim, bu olmadan ben yaşamıma devam edebilir miyim veya bütçe fazla veriyorsa bunu ne yapmalıyım gibi sorulara cevap bulmalısınız.

Finansal felaketlerde kendinizi koruyacak tedbirler almalısınız(Acil durum fonu).Tasarruf için ayırdığınız para belki bir gün beklenmedik durumlarda çıkış yolunuz olacak.Tasarruf için ayırdığınız para sadece finansal hedeflere ulaşmanızı sağlamayacak aynı zamanda beklenmedik durumlarda sigortanız olacaktır.Burada mesele bütçe planlamasına devam edebilmektir.Beklenmedik bir durumda biraz tasarrufunuz yoksa bütçe planlamasını sağlıklı bir şekilde sürdüremezsiniz.Acil durumlar için ayırmış olduğunuz bir tasarruf hesabınız varsa bu durumda bireysel kredi veya kredi kartı kullanmak zorunda kalmazsınız.

Tasarruf yapmaya sadık kalmanın en kolay yolu bankanıza bu hesaba aktarılması için otomatik ödeme talimatı vermenizdir.

Başlangıçta tasarruf yapmakta çok zorlanacaksınız.Fakat önemli olan başlamak.Kendinizi çok zorlamayın, başlangıçta küçük miktarlar ile başlayın.Bunu yapmayı başardığınızı gördükçe daha fazlasını ayırmak için zamanla kendinizi zaten zorlayacaksınız.Yıllar sonra baktığınızda tasarruflarınızın ne kadar hızlı yükseldiğine inanamayacaksınız.

Maaş veya gelirleriniz hangi aralıkla geliyorsa bütçe planlamasını da o takvime göre yapmalısınız.Gelirleriniz aylık, yıllık veya mevsimsel olabilir.Bunların toplamını on ikiye bölüp aylık planlama yapmakta fayda var.

Geleceğinizi tahmin ettiğiniz gelir kalemlerini hesabınızda görünceye kadar buraya yazmayın.

Herkes aylık düzenli bir gelire sahip değildir Bazıları mevsimlik gelir elde ederken, bazıları kendi işini yapar bazıları da elde ettiği komisyon gelirleri ile yaşamını sürdürür.Gelirinizin hangi aralıkta olduğu hiç fark etmez, bunlar sizin bir bütçe oluşturmanıza engel değildir.Özellikle kendi işinizi yapıyorsanız kişisel ve iş bütçesini mutlaka ayırmalısınız.

Eğer düzenli bir gelire sahip değilseniz uygulayabileceğiniz birinci strateji şu şekilde olabilir.Son üç yılı göz önünde bulundurarak ortalama yıllık gelirinizi tespit edin ve on ikiye bölerek aylık gelirinizi bulun.Eğer aylık gelir harcamalarınızı karşılamıyorsa gelirlerinizi arttırmanın veya giderlerinizi düşürmenin yollarını bulmalısınız.

İkinci strateji bir holding hesabı kurmak ve kendinize her ay buradan sabit maaş vermek olabilir.Bu durumda holding gelirleri bazı aylar yüksek iken bazı aylar düşük olacak fakat sizin kişisel aylık geliriniz değişmeyecektir.

5.AŞAMA: Bütçeniz fazla veriyorsa yatırım olanaklarını araştırın

Amacımız zaten bütçenin fazla vermesini sağlamak.Başlangıçta elinizdeki para çok küçük olacak, yatırım imkanlarını iyi araştırın, hata yapmayın.Buradaki miktar büyüdükçe daha büyük yatırım imkanlarını araştırmanız gerekecek.

6. AŞAMA:Bütçeniz açık veriyorsa harcamalar kısmaya çalışın

Tasarruflu olmak, önce israf etmemek demektir.  Boşa geçen zaman, gereksiz yere çalışan bir alet hatta verimli kullanılamayan zaman ve emek bile israftır.Tasarruf, zor zamanlarda değil, refah dönemlerinde yapması gereken bir eylemdir. Tasarruflu olmak, dönemsel bir tedbir değil bir iş yapma biçimi, bir dünya görüşü, bir hayat tarzıdır.Bütçeniz açık verdi ise bu bir tehlike işareti! Zorunlu harcamalarınıza bir kez daha bakıp, kısabilecekleriniz varsa kısmayı deneyin.

7.AŞAMA: Harcamalarınızı kısamıyorsanız, ek gelir yaratmanın yollarını düşünün

Temel harcamalarınızı kıstınız buna rağmen bütçeyi denkleştiremiyorsunuz.Bu durumda gelirlerinizi arttırmanız gerekiyor.Küçük bir araştırma ile mesai sonrası evden yapabileceğiniz işler bulabilirsiniz.Ders vermek, uzmankirala gibi sitelerde evden iş yapmak gibi.

8.AŞAMA:Bütçenizi yeniden düzenleyin ve keyfini çıkarın

En iyi planlar bile izlenmeye ve gerekiyorsa yeniden değerlendirilmeye muhtaçtır.Durum değişebilir, hatalar yapılabilir ve ihtiyaçlarınız değişkenlik gösterebilir.

Bütçeyi yaptıktan sonra özellikle ilk üç ay izlemek için daha çok gayret sarf etmelisiniz.Bütçeyi hazırlarken ortaya koyduğunuz hedefler gerçekçi mi bunu görmeniz gerekiyor.Hayal mahsulü hedeflerlerle bütçe planlamasını sürdüremezsiniz.

İlk yıl planınızı her ay düzenli olarak gözden geçirmelisiniz.Eğer işler yolunda gidiyorsa ikinci yıl üç ayda bir ve yine işler yolunda gidiyorsa üçüncü yıl yıllık olarak planınızı gözden geçirmelisiniz.

Planınızı uygularken hayatınızda büyük değişimler olabilir.Bu durumlarda bütçeyi tekrar gözden geçirmeniz ve yeniden düzenleme yapmalısınız.Bütçe bir defa yapılan ve kendi kendine devam eden bir faaliyet değildir.Sürekli izlemeniz, yeniden değerlendirmeniz ve müdahale etmeniz gerekir.

Tasarruf yapabildiğiniz aylar mutlaka önce kendinize ödeme yapın , yani kendinizi ödüllendirin.Göreceksiniz bu uygulama ile planınıza daha çok sahip çıkacaksınız.

Para yönetme alışkanlığınız geliştikçe, kendinizi daha rahat hissedeceksiniz ve zamanla bu planı uygulamanın ve takip etmenin daha kolay yollarını keşfedeceksiniz.

Bana göre israfı engellemenin ilk adımı, israf ettiğimizin farkına varmaktır. Eğer kaynakları israf ettiğimiz bilincine varmazsak tasarruf yapmayı aklımıza bile getirmemiz mümkün değildir. İhtiyaç olmadan tüketilen, yerinde kullanılmayan, kullanıldığında artı değer üretmeyen her kaynağın israf olduğunu fark etmek, tasarrufun ilk adımıdır. Hayatımızı bu gözle değerlendirerek israfı önlememiz mümkündür.

Daha iyi bir hayatı talep etmek, kendimiz ve ailemiz için daha fazla tüketmeyi istemek hepimizin hakkı. Buna kimse karşı çıkamaz;  ama yarın da iyi yaşamak istiyorsak yeni bir denge kurmaya ihtiyacımız var.

Para idaresini bilmeyen bir adamı mahvetmenin en emin yolu, ona biraz para vermektir.

Hayallerinizi ertelemeyin: Ertelemeyi önlemek için 16 öneri

Bütün bekleyiş boşunadır. Sorunlarınızın çözülmesi için zamana bel bağlamak kendini aldatmaktır. Kendi haline bırakılan gelecek ancak geçmişi tekrarlar. Değişim ancak şimdi olabilir, asla gelecekte değil.

“Nasıl olsa çok zamanım var”

“Yarın başlarım”

“İki günde hallederim ben onu”

“Haftaya yaparım’’

‘’Gelecek sene yaparım’’

“Tamam, söz veriyorum halledeceğim”

“Sen onu bana bırak”

Hepimiz bu sözlere son derece aşinayız. İşerimizi ertelediğimiz zaman kendimize boş zaman yarattığımızı düşünürüz. Birçoğumuz isteklerimizi ya da hedeflerimizi gelecekte yaratacağımızı düşünürüz ve buna bağlı olarak hayatlarımızı erteleriz.Halbuki işin bitme zamanı geldiğinde panik içinde yetiştirmeye çalışırız. Kronik erteleyiciler yaşamlarının büyük bölümünü bu kısır döngü içerisinde geçirirler.

Şu anda ne yapıyorsunuz.Çalışmak yerine, değişik şeylerle mi meşgulsünüz? Büyük ihtimalle epostalarınızı kontrol ediyorsunuz, video izliyorsunuz ya da blog ve forum sitelerinde surf yapıyorsunuz.Aslında çalışmak gerektiğini biliyorsunuz fakat hiçbir şey yapmak istemiyorsunuz.

Erteleyen çoğu insan için, “yarın” geldiğinde de durum farklı olmaz; ertelenen her şey için yeni bir “ertesi gün bahanesi” bulunur. Erteleme, ilk başta bir rahatlama ve haz sağlasa da, uzun dönemde stres ve huzursuzluk yaratır.

Hayat bize ne hak ediyorsak onu vermiyor mu? Peki sizce bu kader mi? Mücadele etmeden, plan program yapmadan ve dahası azim ve çaba göstermeden hangi değerli şeye sahip olabildik ki..

Başarı her zaman akıllı ve zengin, hatta yetenekli insanlar tarafından elde edilemez.Hayat bana başarının sadece vazgeçmeyen ve ertelemeyen insanlar tarafından yakalandığını öğretti.Vazgeçmek veya ertelemek size hayal kırıklığından başka bir şey getirmez. Şartlar hiçbir zaman gerektiği gibi olmaz, bütün şartlar yerine gelinceye kadar erteleyen, hiçbir iş yapamaz.

Yaşanmamış sevgilere üzülürüm

Bu yüzden korkarım yaşamı ertelemekten

Ne yapılması, ne söylenmesi gerekiyorsa

Söylenmeli, yapılmalı

Behçet Necatigil

Erteleme nedenleri

Anlam eksikliği: Eğer bir iş size anlamlı gözükmüyorsa, o işe başlamak için yeterli motivasyonu bulmakta zorlanabilirsiniz.

Mükemmeliyetçilik: Eğer gerçekçi olmayan, ulaşılmaz beklentileriniz varsa işinizi yaparken cesaretinizi kaybedebilirsiniz.

Değerlendirilme kaygısı: Başkalarının yaptığınız işi değerlendirecek olması sizi kaygılandırabilir ve işinizi geciktirebilir.

Belirsizlik: Sizden ne beklendiğinden tam olarak emin değilseniz çalışmaya başlamak zor olabilir.

Bilinmezlik: Daha önce fikriniz olmadığı bir konuda çalışacaksanız ve o konuda ne kadar başarılı olacağınızı bilmiyorsanız başlamakta zorlanabilirsiniz.

Görevle başa çıkma yetersizliği: Gerekli donanım ve bilgiye sahip olmadığınızı düşünüyorsanız o işten tamamen kaçabilirsiniz.

Karasızlık: Eğer karar almakta zorlanan, tercih yapmakta sıkıntı yaşayan bir insansanız, kendinizi ertelemenin daha iyi olduğuna inandırabilirsiniz..

Ertelemek hayatı kaçırmaktır.Başarı azim gerektirir, azim ise irade. Bazı hedefler, başarısız olmaya da değer. Gerçek başarı, başarısız olma korkusunu yenebilmektir.

Ertelemeyi önlemek için 16 öneri

1.Ertelemelerinizin sorumluluğunu alın

Kendi zamanınızı harcadığınızın farkına varın.Ertelediğiniz zaman ne kadar zaman harcadığınızı hesaplayın ve o zamanı nasıl daha iyi değerlendirebileceğinizi düşünün.

2.Endişelenmeyi bırakın

Büyük ihtimalle yapmak istemediğiniz işler için endişelenmeye, o işleri yapmak için harcayacağınız zamandan daha fazla zaman ayırıyorsunuz. Bunu kendinize göstermek için yapmak istemediğiniz her işin ne kadar zamanınızı alacağını hesaplayın.

3.Başarıya ulaşmak için bir hedefiniz olmalı

Hayattan istediklerinizi elde etmenin tek yolu öncelikle hedeflerinizi belirlemenizdir. İlk olarak hedef belirlemek nerede olmak istediğiniz konusunda size yardımcı olur.İkincisi eğer hedefiniz olmaz ise ne zaman ve nereye gideceğinizi nasıl bileceksiniz.Hedef belirlediğinizde bir anlamda yol haritanızı çizmiş olacaksınız.

 4.Gerçekçi hedefler belirleyin

Hayatınızda hiç koşmamış biriyseniz ve hedefiniz bir maraton koşusuna katılmak ise kendinize eğitim için biraz zaman verin.Birçok insan çok hızlı büyümek istediğinden gerçekçi olmayan hedefler belirler ve yarı yolda vazgeçmek zorunda kalırlar.Aklınızda olsun siz hedeflerinize ulaşmak için çalışırken hayat da sizinle birlikte olacak.Önce küçük ve gerçekçi hedefler belirleyin, zirveye çıkmak için kendinize zaman verin.

5.Hedefinize ulaşacağınız tarih gerçekçi olsun.

Roma bir günde inşa edilmedi bunu unutmayın.Birçok insan hedeflerine bir gecede ulaşmak için plan yapar, ulaşamadığı zaman da vazgeçer.Gerçekçi bir tarih belirleyin, mümkün olduğunca detaylı olsun.Bitiş tarihinden geriye doğru çalışma planı yapın.Günlük, haftalık veya aylık olarak kendinize küçük görevler verin.

6.Hedeflerinizi çevrenize anlatın

Hedefinizi belirledikten sonra bitireceğiniz tarihi netleştirin.Bunu arkadaşlarınız ve ailenizle paylaşın.Hatta bu projeyi facebook ve twitter üzerinden takipçilerinizle paylaşın.Onların destekleri ve bağlayıcılığı üzerinizde olumlu etki yaratacaktır.Yarından itibaren sigara içmeyi bırakacağım gibi.

7.Kendinize bir yol arkadaşı bulun

Hedefleriniz hakkında sessiz kalmayın.Başarmak ve vazgeçmemek için sizi kontrol edebilecek ve destek olabilecek birine ihtiyacınız olacak.Bu kişi zayıf olmamalı, özellikle kötü anlarda sizi motive edebilecek ve destek olabilecek biri olmalı.Mümkünse hedefleriniz de aynı olsun.Daha önce benzer bir işi başarmış biri de olabilir.Yarın yapılacak matematik sınavına notları yüksek olan bir arkadaşınızla çalışmak gibi.

8.Hedeflerinizi küçük parçalara bölün

“Bir karınca eğer isterse bir fili yiyebilir. Belki milyonlarca kez ısırması gerekir ama pes etmediğinde bunu başarabilir”.Bazı işleri bir anda yapmak mümkün olmayabilir. Ama küçük parçalara ayırarak eninde sonunda onu tamamlayabilirsiniz.Küçük parçalara ayırdıktan sonra günlük görevler belirleyin.Örneğin bir kitap okuyacaksanız;200 sayfanın üzerinde bir kitap başlangıçta size çok korkutucu gelebilir.Ama günde 10 sayfa okuyacağım derseniz çok rahatlarsınız.

9.Önünüze çıkacak engeller için hazırlıklı olun.

Hedefinize doğru ilerlerken yolda bir çok sorunla karşılaşacaksınız;aileniz, işiniz ve çevresel sorunlar olabilir. Hayatınızda bazen sıra dışı değişikler yaşayabilirsiniz.Planlarınız esnek olsun ve sık sık gözden geçirin.Çalışma planınız çevresel etkenlerle kesintiye uğrayabilir.Ertelemek yerine planınızda tadilat yapmalısınız. Hangi engelle karşılaşırsanız fark etmez.Hazırlıklı olun, vazgeçmek yok, yola devam.

10.İlerlemenizi ölçülebilir hale getirin

Web sitemin analiz sonuçlarını ilk takip ettiğim zamanlar rakamlara çok odaklandım.Web sitesine gelen trafik artıp sosyal medya üzerinde paylaşım yapıldıkça benim ihtiyaçlarım ve satılan ürün sayısı çok değişti.Bu gelişmelerle birlikte artık rakamlarla birlikte özellikli ziyaretçiler, yorumlar, sosyal medya paylaşımlarını analiz etmem şart oldu.Toplam ziyaretçi sayısının yanı sıra diğer verilerden de yararlanmalıydım.İlerlemenin ölçülebilir olması çok önemli.

11.Ara hedeflere ulaştıkça kendinizi ödüllendirin

Küçük partiler yapın.Küçük kutlamalar sizi vazgeçmekten alıkoyacaktır.Küçük aksilikler yaşasanız bile kutlamak için sebepler bulabilirsiniz.Oyunun içinde kalmak, kutlama yapmak için geçerli bir sebeptir ve sizi olumsuz düşüncelerden alıkoyar.

12.Her şans fark etmediğiniz bir çalışmanın ürünüdür.

İlerledikçe büyük gelişmeler yaşayacaksınız.İvme kazandıkça başkalarının desteğine ve şansa ihtiyacınız olacak.Her çalışmada biraz şans yanınızda olmalı.Unutmayın şans daha çok çalışan, etrafını dikkatli izleyen ve şans için hazır bekleyenlere gelir.

13.Gözünüzü hedeften ayırmayın.

Hedefi görmezseniz, kaybolabilirsiniz. Birçok yüzücü, sis önünü kapatınca kıyıyı göremediği için rekora birkaç kulaç kala vazgeçmiştir. Birçok başarılı insan, birileri o hedefe birkaç adım yakınken, onların bıraktığı yerden devam ettiği için başarılı olmuştur.

14.İlham perileriniz olsun

Steve Jobs veya Bill Gates ile 10 dakika oturup onlarla konuşma fırsatınız olsaydı büyük ihtimalle takip eden en az bir saat boyunca hiçbir şeyi ertelemezdiniz.Günlük yaşamda bu fırsatı yakalamak çok zor.Bu tip insanların kitaplarını , bloglarını ve makalelerini okuyarak da bu şansı elde edebilirsiniz.

15. Olumsuz diyaloglar

Kendinizle yaptığınız olumsuz diyalogları fark etmeye ve bunları değiştirmeye çalışın. “Hiçbir şekilde bu işi yapamayacağım, bu haksızlık, ” yada “Kesinlikle bir topluluk önünde konuşamam, ” “Ya bu işi mükemmel yaparım ya da hiç yapmam, ”.Başarısızlıklarınız bile ilham versin. Başarısız olduğunuzda bile, “Sonuna kadar ter döktüm ama olmadı” diyecek cesareti ve rahatlığı gösterin. Birileri karşınıza çıkıp hayallerinizle kahkahalar eşliğinde dalga geçiyorsa, onlara kiminle dalga geçtiklerini göstermenin zamanı gelmiştir.

16.Çalışma alanınızdaki fiziki şartları iyileştirin

Çalışacağınız mekanda yaptığınız işe göre size ilham verecek ve dikkatinizi dağıtmayacak düzenlemeler yapın.

Ertelemek, bilmekle yapmak arasındaki boşluktur. Eğer başarmak istiyorsak işe başlama disiplinini ve cesaretini göstermek zorundayız. Hayal etmek, istemek, arzu etmek, plan yapmak elbette küçük ya da büyük her iş için gereklidir ama başarı ancak işe başlayanların sahip olacağı bir ödüldür.

Erdemli olmayı göze al, bu yola gir, iyi yaşamayı sonraya bırakan, yolunda bir ırmağa rastlayıp da akıp geçmesini bekleyen köylüye benzer, ırmak hiç durmadan akıp gidecektir.

Bugünkü yazıyı bildiğiniz, çok sevdiğim bir hikaye ile bitirmek istiyorum.

Adamın biri, bir yolun kenarına dikenler ekti.

Dikenler büyüyüp gelişince yoldan geçenleri rahatsız etmeye başladı.

Gelip geçenler: “Bu dikenleri sök, insanları rahatsız etmesinler” demeye başladılar.

Adam bu sözleri duyuyor, ama hiç oralı olmuyordu,

Bir gün, veli bir zat ona: “Bu dikenleri muhakkak sökmelisin” dedi.

Adam itiraz etmedi. “Tamam” dedi, “bir gün muhakkak sökerim.”

Adam yarın sökerim, yarın sökerim derken günler geçiyor, dikenler de büyüyüp kuvvetleniyordu.

Veli zat, adama bir gün yine: “Ey vaadinde durmayan adam “ diye seslendi.” Sök şu dikenleri artık. Bu işi sürüncemede bırakma.”

Adam: “Babacığım, bir hayli gün var” diye karşılık verdi. “Merak etme; bugün olmazsa yarın, bir gün mutlaka bu işi yapacağım.”

Veli zat, bunun üzerine şu sözler söyledi:

“Sen, hep yarın diye bu işi erteliyorsun. Fakat şunu bil ki, her geçen gün o dikenler büyüyüp güçleniyor, dikenleri sökecek olan sen ise güç kuvvet kaybediyorsun. Dikenler gün geçtikçe gençleşiyor, sen ise ihtiyarlıyorsun.

( Bu hikayedeki dikenler insandaki kötü huy ve alışkanlıkları temsil eder.)

Suriyeli mülteciler sorunu büyüyor

Suriye’deki savaş ortamı, yaklaşık 5 milyon Suriyeliyi evinden ederken, dünyanın en büyük mülteci gruplarından birisi haline gelen Suriyelilerin en çok göç ettiği ülkelerin başında Türkiye geliyor. Ancak yüz binlerce Suriyeli, metropollerde dilenciliğe, evsizliğe, ağır çalışma koşullarına mahkum oluyor ‘Açık kapı politikası’ ile Suriyeli mültecilerin gelmesi için sınırları açan Türkiye, son dönemde bu insanlara karşı yoğunlaşan gösteriler ve saldırılara sahne oluyor.Türkiye’nin Suriyeli mülteciler sorunu büyüyüp, derinleşirken, ufukta bir çözüm görünmüyor. Ülkenin dört yanında toplumsal gerginliklere yol açan sorun kontrolden çıkabilir.  Suriyeliler ile yerel halk arasındaki gerginlik yalnızca Suriye sınırındaki kentler ya da kasabalarda yaşanmıyor. Suriye sınırından uzakta ve geniş nüfusu sayesinde dışarıdan gelenleri hazmetme kapasitesi daha büyük olan kimi şehirlerde de benzer bir durum söz konusu.

İstanbul’daki yeni yaşamını anlatan Halepli bir babaya ait şu sözler çok dikkat çekici:”Suriye’de iken iki kızım üniversiteye gidiyordu, burada yaklaşık iki aydır tekstil atölyesinde 11-12 saat ayakta çalışıyorlar. Daha önce Suriye’de hiç çalışmadılar, şimdi akşam ayakları şişmiş hâlde eve geliyorlar. Biri aylık 500 TL alıyor, diğeri 400 TL alıyor. Pazarlık yapma şansımız yok, kaç para verirlerse razı olmak durumundayız.”

Mülteci sayısı 4 milyonu aşacak

Suriye’de son üç yıldır süren çatışmalı ortamdan kaçan 4 milyondan fazla insan yerlerinden yurtlarından ayrılmak zorunda bırakıldı ve 2,5 milyona yakın insan komşu ülkelere sığındı. Sığınılan bu ülkelerin başında Suriye ile 877 km. sınırı olan Türkiye geliyor. Suriye’den Türkiye’ye kaçanların sayısının sınırdan yasadışı girenler de hesap edildiğinde 1 milyon 200 bini aştığı tahmin ediliyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) Temsilcisi Carol Batchelor, 2014 sonuna kadar dünya genelindeki Suriyeli mülteci sayısının 4 milyon 100 bine ulaşacağını belirtirken, “Gelecek yıl Türkiye’deki Suriyeli mülteci sayısının 1,5 milyonu bulacağını düşünüyoruz” diyor.

Ülkemizdeki Suriyeliler’in statüsü

En başından belli bir zamana kadar hükümet tarafından ısrarla ‘mülteci değil misafir’ tanımlamasının yapılmaya çalışılması şaşırtıcıydı. Zira ulusal hukuk ve uluslararası hukukta hiçbir terminolojik karşılığı ve altyapısı olmayan ‘misafir’ kelimesinin ısrarla kullanılmaya çalışılmasında, Suriyelilere ‘istediği gibi muamele etme’ arzusu rol oynadı. Türkiye, ‘mülteci’ dememekte ısrarcı olsa da uluslararası hukuk gereği, çatışmalardan dolayı ülkesini terk eden ve bunun aksi ispatlanmadıkça statüsü ‘mülteci’ olarak kabul edilenler statüsünde Türkiye’deki Suriyeliler.

Suriyeli mültecilerin sahip olduğu haklar

Kamplarda yaşayanların faydalandığı öncelikli hak, ‘geçici koruma’ ilanı sebebiyle ‘sınır dışı edilmeme hakkı’. Sonrasında tüm temel ihtiyaçlarına ulaşma imkânları mevcut.Kamp dışındakiler ise hele ki ‘kayıtlı değiller’se tam anlamıyla görmezden geliniyorlar ve hiçbir hakları yok. Kamp dışında yaşayan, fakat valiliklerde kayıt olanlar ise sağlık hizmetine ücretsiz erişme hakkına sahip. Onun dışında kamp dışında yaşamak ziyadesiyle zor. Yaşadıkları sorunların başında barınma geliyor. Yaşadıkları dil sorunu sebebiyle çalışmaları ve eğitime ulaşımları çok sınırlı kalıyor. Yiyecek çoğu zaman insani yardım örgütleri tarafından temin ediliyor. Ancak bunlar da düzenli ve sistematik değil maalesef.

Suriyeli mülteciler için hazırlanan kampların durumu

Kamplardaki durum dünyadaki diğer kamplarla karşılaştırıldığında iyi,sorun güvenlikle ilgili.Kamp güvenliği konusunda kamp yönetiminin keyfi tutumları konusunda sorunlar yaşanıyor.Siyasi bölünmenin neden olduğu kutuplaşma sebebiyle, ‘rejim yanlıları’, kamplarda ‘muhalifler’ olduğu için, ‘muhalifler’ de ‘rejim yanlıları’ olduğu için kamplarda kendilerini güvende hissetmiyorlar. Bu sadece siyasi görüşten dolayı değil, çoğu zaman da ‘mezhep farklılığı’ndan kaynaklanan bir tedirginlik. Özellikle Suriye’den gelen Alevi mülteciler, kamplarda kalmak istemiyor, kalsalar bile kimliklerini gizleyerek yaşıyorlar. Ayrıca kampların bir kısmının konumu da BMMYK tavsiye kararlarına da aykırı olarak sınıra çok yakın inşa edildi. Bu durum, yetkililere hatırlatıldığında ise cevap, ‘o kriterler mülteciler için, buradaki insanlar misafirler’ oluyor. Kamplarda oluşan bir diğer sorun ise ‘mahremiyet hakkı’nın korunamamasından kaynaklanıyor ve insanlar bundan rahatsız.

Kamplar dışında yaşayan mültecilerden kaynaklanan sorunlar

Sıkıntıların nedeni büyük ölçüde mültecilerin bulunduğu şehirlerdeki ev ve iş sahiplerinin bu insanları suiistimal etme iradeleri. Bu grupların kırılganlıklarını fırsata dönüştürmeye çalışıyorlar. Zira dil bilmeyen, geldiği yere yabancı ve ne şartta olursa olsun para kazanmak zorunda olan, dolayısıyla pazarlık şansı olmayan bu insanları normalin altında ücretle, sigortasız ve çalışma izni aramadan çalıştıran iş sahipleri, bu sorunun esas kaynağı.Birkaç ailenin bir arada yaşamak zorunda kaldığı evlerin fiyatlarını belirleyen yine ev sahipleri. Mültecilerin pazarlık edemeyecek halde olmasından faydalanarak kira fiyatlarını yükseltiyorlar.

Dilencilik yaygınlaşıyor

Kamplar dışında yaşayan yüz binlerce Suriyeli İstanbul, Ankara, İzmir, Gaziantep ve Şanlıurfa gibi metropollerde işsizlik ve barınacak yer ihtiyacı nedeniyle dilenciliğe başlıyor. Birçokları otobüs duraklarında, parklarda ve metruk binalarda yaşamaya çalışıyor. İş bulabilecek kadar şanslı olanlar ise çok düşük ücretlere inşaat, tekstil, makine gibi sektörlerde güvencesiz olarak ve yarı yevmiyeye çalıştırılıyor. Uzmanlar Türkiye’nin sığınmacıların ihtiyaçlarını daha fazla kamp kurarak halletmesinin mümkün olmadığını belirterek, Suriye krizinin daha da uzayacağı ve sığınmacıların geri dönüş ihtimallerinin azalacağı öngörüsüyle konuya ilişkin kalıcı çözümler üretilmesinin kaçınılmaz olduğunu kaydediyor.

Mültecilerin eğitimi

Üniversite düzeyinde lise diploması olanların ve Türkçe bilenlerin, diğer tüm yabancı öğrenciler için olduğu gibi sınava girip yeterli puanı aldıkları takdirde bir programa yerleştirilmeleri mümkün. Suriye’de üniversite eğitimini sürdürürken yarım bırakıp Türkiye’ye sığınanların ise, gerekli tüm belgeleri sunarak yatay geçiş başvurusu yapmaları mümkün. Bu durumda bölümler ÖSYS kontenjanlarının yüzde 10’nunu geçmeyecek şekilde başvuruları değerlendirebiliyorlar. Belgeleri olmayanların özel öğrenci olarak dersleri takibi mümkün, ancak diploma söz konusu değil bu durumda.

Hükümetin mülteci politikası

Suriyeli mültecileri kapsayacak Geçici Koruma Yönetmeliği henüz çıkmadı. Yönetmelikle birlikte hak ve yükümlülükler de belirlenebilecek. Ancak yönetmelik çıkınca yine de özellikle geleceğe yönelik net bir politika sunulabilecek mi, burası meçhul. Suriye krizinin sona erip, insanların evlerine dönebilecek güveni hissetmeleri çok uzun sürebilir. Dolayısıyla Suriyeli mültecilerin daha çok uzun süre, belki de sürekli Türkiye’de kalmaları söz konusu olabilir. Bu gerçeği kabullenip, toplumsal entegrasyona yönelik politikalar üretilmeli.

Mülteciler için yeni kamplar kurulması

Suriyeli mültecileri yeni kamplara yollamak çözüm olmadığı gibi sürdürülebilir de değil.Kampların hangi işlevi gördükleri önemli ve zorla kampta tutmanın şartları ve amacı önemli. Barınma ve diğer temel ihtiyaçların karşılanması konusunda destek olmak amaçlanıyorsa yine de insanların ikna edilmesi gerekiyor. Ama amaç, bir nevi gözaltı veya idari gözetim ise o zaman farklı bir durum karşımıza çıkıyor. Zorla, insanların iradesi dışında kamplara göndermek ve çıkışlarına izin vermemek bir nevi gözaltı olarak değerlendirilebilir. Maalesef uluslararası hukuk mültecilerin gözaltı/idari gözetim altında tutulmasını tamamen yasaklamıyor, ancak böyle bir uygulamaya ancak gerçekten başka çare olmadığı zorunlu şartlar altında, en son çare olarak ve sınırlı bir süre için başvurulması gerektiği vurgulanıyor. BMMYK, yine de bunun başvurulmaması gereken bir yöntem olduğunu söylüyor ve insan hakları örgütleri de mültecilerin gözaltında tutulmamasının bireyler üzerinde yarattığı derin ve tamir edilmesi zor travmalara dikkat çekiyor.

Suriyeli mültecilerin entegrasyonu

Çalışma ve istihdam ile birlikte barınma ve eğitim haklarına ulaşımı düzenleyecek bütünlüklü bir sosyal politika gerekir. Zira Suriyeli mültecilere yönelik yürütülen hâlihazırda kamplarda ikamet temelindeki politikanın Türkiye’ye bedeli üç milyar lirayı aşmış durumda. Bunun karşısında ise bir entegrasyon planı olmadığından böyle bir plana aktarılacak kaynağın miktarı hesaplanamıyor. Ancak bir süre sonra Suriyeli mültecilerin üretime katılacağı ve artı değer üreteceği kalıcı bir planlamanın faydaları elbette ki daha fazla olacaktır. Fakat Türkiye, her ne kadar hukuken ‘geçici koruma’ politikasına getirilen zaman sınırını ‘2+1’ yılla sınırlamamış olsa da, halen Suriyeli mültecilerin geçici olarak burada ikamet ettiği görüşünde. Suriye’de savaş durumunun ne zaman sonlanacağının belli olmaması ve olsa da kurulan yeni rejim karakterinin belirsizliği, bu ‘geçicilik’ algısını yanlış olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda Ortadoğu’da artık kronikleşen ‘Filistinli mülteciler sorunu’nu da iyi tahlil ederek sürdürülebilir bir entegrasyon planı ortaya konulmalı. Suriyeli mültecilerin sadece para akıtılan kamplara hapsedilmesinin yerini, onlara uygun olarak planlanmış bir eğitim ve üretim sistemi almalı ve bu insanlar gündelik hayata adapte edilmeli.

Suriyeli çocukların eğitim sorunu

Dünyanın her yerinde mültecilere dair yapılan araştırmadan ortaya çıkan somut bir sonuç var. Eğer mültecilere ve özellikle onların çocuklarına insanca yaşayacakları bir ortam sunmaz iseniz o çocuklar şiddet sarmalına kapılıp karşınıza daha büyük bir toplumsal fatura ile çıkar. O nedenle, Suriyeli çocukları Türkiye’nin sorunu olarak ele almak gerekir. Öncelikle bu konuda ivedilikle dil sorunun çözülmesi lazım. Mevcut okullarda Türkçe hazırlık sınıfları açılabilir. Türkiye’de Suriyeliler için çok sayıda Suriyeli öğretmen var. Bunlar istihdam edilebilir ve belli bir müfredat konusunda eğitim verilebilir. Şu anki haliyle bazı illerde özellikle de dini gruplarca sunulan dini eğitimler var. Ancak pek çok Suriyeli eğitimlerin sadece din ekseninde yapılmasında rahatsız. Her 4 çocuktan 3’ünün ailesinden birisini kaybettiği, her üç çocuktan birinin fiziksel şiddete uğradığı ve her üç çocuktan ikisinin ailesinden birisinin fiziksel şiddete uğradığını gördüğü gibi vahim bir tablo var karşımızda. Bu çocukların rehabilite edilmesine yönelik adımlar atılmalı.

Türkiye 3,5 milyar dolar harcadı

Böylesine çaresiz ve muhtaç insanlardan oluşan bir göç her ülkeyi zora sokar. Nitekim Avrupa ülkeleri ve ABD bu mülteci göçünde neredeyse hiç yardımcı olmadılar, birkaç bin çok üst düzey nitelikte mülteciyi göçmen olarak almakla yetindiler. Asıl yük Türkiye, Ürdün, Lübnan, Irak ve kısmen de Mısır’ın üzerinde kaldı.Birleşmiş Milletler Enformasyon Merkezi verilerine göre, 2 Temmuz 2014 itibariyle yakın coğrafyadaki Suriyeli mültecilerin yüzde 28’i Türkiye’de ikame ediyor. Türkiye 10 ilde yaklaşık 220 bin Suriyeliye ev sahipliği yapan 22 kamp kurmuş durumda. Son 2,5 yılda hem kamplarda hem de kamp dışında yaşayan Suriyeliler için sağlanan sağlık hizmetlerine ücretsiz erişimin yanı sıra Türkiye gıda, barınma, eğitim ve kamplarda mesleki eğitimler de sağlıyor. BM verilerine göre, Türkiye’nin Suriyeli mülteciler için bugüne kadar harcadığı para miktarı 3,5 milyar dolara ulaşmış durumda. Ancak bu önlemlerin hiçbiri akın akın ülkelerini terk etmeye devam eden Suriye vatandaşlarının insani ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyor. Türkiye’deki Suriyeli mültecilere yardım yapan tek ülke Türkiye değil. Suriye içerisindeki muhaliflere ciddi maddi destek veren Körfez’deki Arap ülkelerine mensup iş adamlarının Türkiye’deki mülteci kamplarından da desteklerini esirgemediğini gözlemledik. 24-26 Mayıs tarihleri arasında mülteci kamplarını ziyaret eden Kuveytli bir yardım heyeti, kamplardaki çadırların her birine mini buzdolabı ve vantilatör bağışında bulundu.Kuveyt’ten önce ise Katar ve Suudi Arabistan’daki yardım kuruluşları, Hatay başta olmak üzere İslahiye, Kilis ve Ceylanpınar’daki kampları ziyaret etti, kamptaki mültecilere para yardımında bulundu.

Bu sorunun yol açtığı güvenlik sorunları

Mülteci sorunu kanayan bir yara gibi büyürken bu sorun diğer devletler açısından bakıldığında Türkiye’nin önemli bir zayıf halkası haline de gelmiş durumdadır. Unutmayınız bugün dünyada en çok istihbaratçının olduğu yerler Irak, Suriye ve Türkiye. Bölgede istihbaratçı kaynıyor. IŞİD veya El Nusra militanı sandığınız pek çok Batılı… Peşmergelerin, Özgür Suriye Ordusu’nun, PKK’nın ve diğerlerinin içinde pek çok yabancı unsur bulunuyor.Aynı şekilde mülteci görünümünde pek çok istihbaratçı da Türkiye, Ürdün ve Lübnan’da görev yapıyor. Amerikan kaynaklarına göre sadece Irak’ın üzerinde ABD casus uçakları hergün 50’den fazla uçuş yapıyor. Buna benzer uçuşlar Suriye ve diğer bölge ülkeleri üzerinde de yapılıyor. Elbette yabancı gözler ve kulaklar Türkiye’yi de yakın takibe almış durumda. Kilis, Gaziantep, Adana, Hatay, Mersin ve çevresinde bu gözetleme daha yoğun bir şekilde sürüyor.

Neler yapılmalı

Aslında yapılması gerekenlerin önemli bir kısmı bundan birkaç yıl önce yapılmalıydı. Yani ‘kritk eşik’ denilen 100 bin mülteci sınırı 12 defa aşılırken…

Bugün yapılacaklara baktığımızda ise sınırda daha özenli bir kontrol ve yeni gelenlerin kayıtlarının ve takiplerinin daha iyi tutulması gerekir.

Eskiden gelmiş olanlara geçici bir kimlik verilmesi ve seyahat sınırlandırmaları da düşünülebilecek diğer önlemlerdir.

Suriyeli mülteciler eğitim durumları, yaşları, meslekleri ve diğer açılardan tasnif edilmeli, buna göre yerleşimlerine dikkat edilmelidir.

Eğitim ve meslekleri dikkate alınarak öncelikli istihdam programları oluşturulmalı, bu konuda Türk ekonomisinin ihtiyaçlarına göre bir yerleştirme yapılmalıdır.

Her il ve ilçeye mülteci kotası konmalı, o sayıların aşılmasına asla müsaade edilmemelidir…

Sokaklarda çocukları dilendirenler, fuhuşa zorlayanlar vs. sınır dışı edilmeli veya cezalandırılmalı, özellikle İstanbul gibi büyükşehirlerde sokakta yaşayan mülteci manzaralarına izin verilmemelidir…

Eğer mültecilere ve özellikle onların çocuklarına insanca yaşayacakları bir ortam sunmaz iseniz o çocuklar şiddet sarmalına kapılıp karşınıza daha büyük bir toplumsal fatura ile çıkar.

Engelli Vatandaşa İnsanlık Ayıbı

engelliye ayıpalıntı sözleri

Abdullah Ünal isimli engelli bir vatandaş,Yenikapı metro istasyonundan asansöre binmek için, yürüme engeli bulunmayan vatandaşların arasında sıra bekledi. Bu ayıbı, Ünal’ın arkadaşı videoya çekti. Görüntüler, sosyal medyada büyük yankı uyandırdı.

Farkındalık ve ‘engellilere saygı’ amacını taşıyan 3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nün üzerinden henüz 3 hafta geçti. Ancak bu gün, çok da amacına ulaşmış gibi görünmüyor. Empati kurmadan, engellilerin yaşadığı zorlukları anlamayan insanlar, onların hayatını daha da zorlaştırıyor.

Abdullah Ünal isimli engelli bir vatandaş, Yenikapı metro istasyonunda, engelliler ve yaşlılar için kurulmuş asansöre bindiği an, kameraya çekildi. Ünal’ın tekerlekli sandalyede olduğunu görmezden gelen vatandaşlar, asansöre binerek gidiyor. Abdullah Ünal ise, ilk binmesi gerekirken en sonda kalıyor.

Her insan bir engelli adayıdır, engelli olmak bir seçim değildir, bunu unutmayalım. Sağlıklı olan bireyler, engelli bireyleri düşünmedikçe ve onlara yardımcı olmadıkça, bu vicdani yara her gün kanamaya devam edecektir. Engellilere saygı göstermez ve onları küçük görürsen yarın sen de aynı duruma düşünce saygı ve sevgi bekleyemezsin.

Birçok engelli kişi, toplumun kendilerine olan yaklaşımlarından dolayı dertlidir. Kişisel yaşamdan sosyal çevreye varıncaya dek, hayatın her alanında var olan engelli vatandaşların bir kısmı hafif engelli, bir kısmı ise ağır engellidir. Ağır engelli kişiler, çoğu yaşamsal faaliyetini tek başlarına gerçekleştiremezken, hafif engelli kişiler bu anlamda biraz daha avantajlıdırlar.

Engellilik yaşantısı bu anlamda oldukça özellikli bir yaşantıdır ve toplumsal süreçlerle sıkı sıkıya ilintilidir. Bana göre bakış açımızı tamamen değiştirmeliyiz. Tabi bu olayda sorun sadece engelli vatandaşlarımızla ilgili değil, sorun insanlığımızı, varoluş nedenimizi unutmamız. Toplumsal bakışımız tamamen “empati” üzerine kurulmalıdır. Karşımızdakinin yaşamına ve sorunlarına ilişkin yaşantılarını anlamak ve kavramak için kendimizi onun yerine koymalıyız.

Burada engelli birey empati kuramadığımız durumda; acıma duygusu ve daha sonra ise uzaklaşma söz konusu olur. Engelli vatandaşlarımızla aramızdaki ilişki açıma duygusu üzerine kurulmamalı, onları olduğu gibi kabul etmeliyiz.

Onlar hayatlarını sürdürürken birçok sorunla karşılaşmaktadırlar. Bu sorunların çözümünde ise, hem devlet eliyle, hem de gönüllük esas alınarak engellilerin hayatlarını kolaylaştırabilmek mümkündür.

Engellilerin ihtiyaçlarına  yönelik uygulamaların hedefi , onların toplum içerisindeki yaşamlarında fırsat eşitliğini yaratmak ve sürdürmek olmalıdır. Fırsat eşitliği yönünde adımlar atılıp ilerleme sağlandıkça pozitif ayrımcılık kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

En başta söylediğim gibi önce toplumsal bakış açımızı değiştirmeliyiz:

1. Engellinin tam bir insan oluşunu kabul etmeliyiz.

2. Vatandaşlık haklarını gözetmeliyiz.

3. Farklılıklarına saygı göstermeliyiz.

4. Yaşamına saygı göstermeliyiz.

5. Bireysel onuruna saygı duymalıyız.

6. Temsil edilmesini sağlamalıyız.

7. Engellinin hakları ile mücadelesinde dayanışma içinde olmalıyız.

8. Fırsat eşitliği sağlamalıyız.

Sonuç olarak bu işin çözümü empati kurabilmek. Sağlıklı olan bireyler, engelli bireyleri düşünmedikçe ve onlara yardımcı olmadıkça, bu vicdani yara her gün kanamaya devam edecektir. Toplumsal dışlanmaları en aza indirgemeli ve fırsat eşitliği yaratılmalı, engellilerle dayanışma duygusu geliştirmeliyiz. Toplum olarak bunu başardığımızda engelli yurttaşlarımızın sorunlarını çözmede ve onları anlamada başarılı oluruz. Unutmayın;engelliler yardıma değil, insan olarak değer verilmeye muhtaçtır.

Suudi Arabistan’da kadın olmak

 

Suudi muhalifler, Suudi Arabistan’da araba sürme yasağını delen iki kadının ‘terör suçları mahkemesinde yargılanacağını’ belirtti.

Suudi 25 yaşındaki Luceyn el Hadlul ve 33 yaşındaki Maysa el Amudi bir aya yakın bir süredir gözaltında tutuluyordu.

Muhaliflerin aktardığına göre Suudi kadınlar, araba kullandıkları için değil,sosyal medyada yaptıkları yorumlar nedeniyle terör suçları mahkemesine sevk edildi. Suudi kadınlar kısıtlamaların kaldırılması talebiyle sosyal medya dâhil birçok platformda bir dizi kampanya başlattı.

Mutlak monarşi ile yönetilen ve şeriatın hüküm sürdüğü Suudi Arabistan Krallığı, dünyada kadınların en kötü koşullar içinde yaşadığı ülkelerin başında geliyor.

Suudi kadınların içinde bulunduğu şartlara ve ortaya koydukları mücadeleye biraz olsun içeriden bir gözle bakabilmek için “Vecide” filmini izlemenizi tavsiye ederim. Bir kadın tarafından bu filmin çekilmiş olması ayrı bir cesaret ve her türlü takdiri hak ediyor. Suudi Arabistan’ da kadın olmak nasıl bir şeydir? Her bakımdan etkileyici bir film olan Vecide’nin izleyenlere hissettirmeyi amaçladığı temel duygu bu. Kadınlara her şey yasak!

Filmin kahramanı 10 yaşındaki kız, kadının insan olarak bile kabul edilmediği, yaratık muamelesi gördüğü bir coğrafyada dünyaya geldiğinin henüz farkında değil. Her ne kadar annesiyle babası arasındaki ilişkideki dengesizliği ve annesinin acı çektiğini gözlemlese de her çocuk gibi heveslerinin peşinde. Özgür ruhlu, güçlü kişilikli, kafasına koyduğunu yapabilecek kapasitede, cesur bir kız.

Vecide’nin annesi meslek sahibi bile olsa bu ülkede kadının iradesinin, arzularının nasıl hiçe sayıldığını simgeleyen bir karakter. Kocasını mutlu etmek, ona bir oğul veremediği için ikinci bir eş almasını engellemek için çırpınan sıcak bir kadın.

Bu ülkede şeriat baskısı altında adeta bir köle gibi yaşayan kadınların sosyal yaşamı neredeyse yok diyebiliriz, daha doğrusu bırakın sosyal yaşamı temel haklarından bile yoksunlar.

Siyah çarşaf giymek zorundalar. 2008’de ülkenin önde gelen din adamı şeyh habadan, “iki göz erkekleri baştan çıkarıyor” diyerek peçenin yalnızca tek bir gözü açıkta bırakması gerektiğini söyledi, eğer peçe ile gözleri açıkta bırakan kısım geniş olursa, bu aralığın transparan bir kumaş ile gölgelenmesi gerekiyor. (gözlerden tahrik olmak, inanılır gibi değil. Bu durumlarda sorunu bakış açısının sahibinde aramak gerekiyor). Kutsal kitaba bu yorumu katarak arka planda her türlü haltı yiyeceksiniz ve bunun adına da İslamiyet diyeceksiniz.

Kadına bu yasakları getiren zihniyet her şeyi yapabilme özgürlüğüne sahip; erkeklere dört eşle evlenebilme hakkını veriyor, eşlerin Müslüman olması gerekmiyor. Kadınlar ise sadece Müslüman erkeklerle evlenebiliyor, kocası ikinci bir eşle evlenmek isterse buna itiraz edemiyor, kendi isteği ile kocasından boşanamıyor ve boşandıktan sonra çocuklarını göremiyor. Ayrıca kocası tarafından şiddete maruz kalırsa, şikayetçi olamıyor.

Mahkemelerde iki kadının tanıklığı bir erkeğinkine eşdeğer görülüyor. Kadınların oy kullanma hakkı yok. Suudi kadınların çoğu, fotoğraf çektirmenin fetva ile günah ilan edilmesinden dolayı, kimlik kartına bile sahip değil. Kimlik kartına sahip olmayan kadınlar, hiçbir resmi işlemi yaptıramıyor.

Suudi kadınlar, kadın hastanesinde hemşirelik, kızlar okulunda öğretmenlik gibi birkaç meslek dışında çalışamıyor, kendi işini asla kuramıyor.

Kadın erkeklerle konuşamıyor. Ayrıca sokakta başınıza bir şey gelirse kadın suçlu. Şeriata göre tek başına sokakta ne işiniz var? İffetinizi koruyamadığınız için suçlusunuz.

Din polisi korkusundan kendi mahallelerinde bile tek başlarına dolaşamayan kadınların Suudi Arabistan sınırları dışına çıkmak için kocalarından ya da babalarından izin almaları gerekiyor.

Her şey dinin gereği olarak öğretiliyor, muhalif olmak İslam dinine karşı olmak demektir.

Duvarlarla çevrili binalarda, pencereleri açıp dışarıyı seyredemezsiniz, pencereler duvarlara açılır. Balkonun yasak olduğu bir ülke.şaka gibi

23 yıllık kan davası: PKK-Hizbullah çatışması

ŞIRNAK’ın Cizre İlçesi’nde PKK’nın Gençlik yapılanması olarak bilinen ‘Yurtsever Demokratik Gençlik Hareketi’ (YDGH) ile Hür- Dava Partisi (Hüda-Par) üyeleri arasında silahlı çatışma çıktı. Polis panzerleri sokaklara kazılan hendekler nedeniyle çatışmaya müdahale etmekte zorlandı. Şırnak Valiliği Cizre’de çıkan olaylarda 2 kişinin öldüğünü, 3 kişinin de yaralandığını açıkladı.

Peki, bu toprakların yaklaşık 23 yıla yayılan en kanlı siyasi davası nasıl başladı?

Hizbullah- PKK’nın “Ölümle” sonuçlanan ilk karşılaşmasının, Haziran 1990’da Şırnak’ta Hizbullah’ın bölgedeki önemli isimlerinden Hasan Tekin’in öldürülmesiyle başladığı kabul edilir. PKK’nın, 1991 yılında İdil’de Sabri ve Hayriye Karaaslan’ı öldürmesi ise iki örgüt arasındaki çatışmanın gün yüzüne çıkışıdır.

“Sol/ liberal” çevrelerce “Hizbulkontra” olarak nitelendirilen Hizbullah’ın 1992 yılında “PKK saldırılara karşılık verme” kararı almasıyla başlayan yaklaşık 5 yıllık süreçte, bine yakın kişinin hayatını kaybettiği düşünülüyor.

Zaman zaman Hizbullah’a yakın sivil toplum örgütlerine yönelik saldırılılarla gündeme gelen gerilim yıllardır “düşük seviyede” sürüyordu.

2013 yılında Dicle Üniversitesi’nde yaşanan olaylar sırasında yeniden kamuoyunun gündemine gelen Hizbullah- PKK çatışması, dönemin HÜDAPAR Genel Başkanı Hüseyin Yılmaz ile DTK Eşgenel Başkanı Ahmet Türk’ün yürüttü temaslar sonucunda büyümeden önlenmişti.

HÜDAPAR’ın katıldığı ilk seçim olan 2014 Yerel Seçimleri döneminde BDP’nin seçim çalışmalarını engellediğini iddia eden HÜDAPAR yöneticilerine BDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş, ”Partimizin, çalışmalarını engelleme kararı yok, bunlar halk tarafından sevilmedikleri için her yerde tepki ile karşılaşıyorlar” yanıtını vermişti

15 Temmuz’da Dağkapı Meydanı’nda açılan iftar çadırını ABD Adana Başkonsolosu John L. Espinoza’nın ziyaret edeceği haberi üzerine yaklaşık 500 kişilik grup iftar çadırına saldırmıştı. Saldırı sırasında 8 kişi yaralanmış ve iftar çadırı yerle bir edilmişti.İddiaya göre bu saldırıyı Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen HÜDA-PAR taraftarları yapmıştı

Kobane’deki gelişmeler sonrasında 6-7 Ekim tarihlerinde başta Diyarbakır, Mardin, Batman ve Van olmak üzere bölgede başlayan protesto gösterileri sırasında, göstericilerle güvenlik güçleri arasında çatışmalar yaşandı. Hizbullah’a yakın isimlerin güvenlik güçlerine destek oldukları iddialarıyla birlikte gösterilerin adresi değişti.

Mardin’in Dargeçit ilçesinde, “Hizbullah’ın Partisi” olarak kabul edilen Hür Dava Partisi/Hüdapar İlçe Başkanı’nın iki göstericinin ölümüne neden olduğuna ilişkin haberlerle birlikte “bardak” taştı. Önemli merkezlerde, Hüdapar’a, Hizbullah’ın öncülüğünü yaptığı “Peygamber Sevdalıları Platformu” üyesi dernek ve vakıflara saldırılar başladı.

Örgütün basın bürosu tarafından yapılan açıklamada, “Kobane’deki gelişmeler bahane edilerek Müslüman halkımıza yönelik komple bir saldırı ve savaş dayatıldığı görülmektedir. Bu durumda saldırıya uğrayan herkesin nefs?i müdafaa hakkı vardır.”denildi.

Diyarbakır’da yaşanan şiddetli çatışma sonrası her iki taraf da tansiyonu düşürecek açıklamalardan kaçınmıştı. Ve çok geçmeden Adana’da 90’lı yıllarda yaşanan infaz görüntüleri yeniden yaşanmaya başlandı. Kürtçe yayın yapan Azadiye Welat gazetesi çalışanı Kadri Bağdu 14 Ekim’de gazete dağıtımı yaptığı sırada uğradığı silahlı saldırı sonrası hayatını kaybetti.

Gazete dağıtımı yaptığı sırada ensesinden tek kurşunla vurulan Azadiya Welat gazetesi çalışanı Kadri Bağdu’nun ölümünden sonra bu kez de Van’da bir esnaf ensesine sıkılan tek kurşunla öldürüldü. Van’ın İskele Caddesi’nde 66 yaşındaki Muhammet Latif Şener, ensesine ateş edilerek öldürüldü.

Bingöl’ün Karlıova ilçesinde kendisini takip eden araçtan açılan ateş sonucu Hür Dava Partisi (HÜDA PAR) üyesi Fethi Yalçın hayatını kaybetti.Bu olay üzerine açıklama yapan Hüda-Par Bingöl İl Başkanı Hamdullah Tasalı, “Bütün kardeşlerimize çağrıda bulunuyoruz, herkes kendi güvenliğini alsın, kendi nefsi müdafaasını yapsın” dedi.

Hizbullah neden parti kurdu?

Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun da Ocak 2000’de Beykoz’da öldürülmesiyle birlikte örgütte bir değişim dönemi başladı. Bu dönemin en önemli aktörü, Velioğlu’nun öldürülmesi sonrasında başlayan operasyonlarda tutuklanan ya da yurt dışına kaçan yaklaşık 4 bin Hizbullah üyesinin aileleriyle “dayanışmayı ve örgütsel ilişkiyi sürdürmeyi” amaçlayan “Mustazaflarla Dayanışma Derneği” idi.

Özellikle bölgede düzenlediği Kutlu Doğum Haftası etkinlikleriyle adını duyuran Mustazaf- Der, bölgede örgütle onlarca dernek ve vakfı da Peygamber Sevdalıları Platformu adı altında toplamayı başardı. Mustazaf- Der ile sivil toplum çalışması yürüten Hizbullah, bir yandan da Türkiye Siyaseti’ne legal bir partiyle girmenin tartışmasını başlattı.

Hizbullah tabanından partileşme yönünde çok baskı geliyordu. Hizbullah’a yakın gençler de her anlamda daha ‘aktif’ olmak istiyordu. Partileşme olmasaydı bu aktif olmak isteyen gençlerden daha büyük baskı gelecekti ve belki de bu kitle sertleşecekti. Ne BDP (HDP), ne PKK ne de AK Parti bizi temsil ediyor diyen bir kitle var. AK Parti’yi biraz fazla ılımlı görüyorlar. HDP de PKK’yla ilişkili ve “Bizim partimiz değil” diyorlar. Bu tartışmalar Hür Dava Parti- HÜDAPAR’ın kurulmasıyla sonuçlandı.

Gerginliğin sebebi nedir?

İŞİD kesinlikle Türkiye ve başka yerlerdeki İslamcılar için bir ilham kaynağı oldu. Hizbullah siyasi parti kurarak  “Artık şiddete başvurmayacağım, siyaset yapacağım.”mesajı verdi. Hizbullah’a baktığımız zaman hem dindar, hem de siyasi ve kültürel olarak bir Kürt kimliği taşıyor. Hizbullah yetkilileri “Biz milliyetçi değiliz” diyorlar. Bölgeye baktığımız zaman Kürtlerin oldukça dindar bir halk olduğunu görürsünüz.Hizbullah, dindarlıkla Kürt kimliği gibi iki unsuru bir araya getiriyor.

Hizbullah’a baktığımız zaman hemen hemen hepsi Kürt ama yine de bir ulus devlet peşinde değiller, onlar için önemli olan İslam ümmeti. Dine dayalı bir bakış açıları var. Son on senede fakirlere yardım, Kurân kursları gibi faaliyetlerle tabanını daha çok genişletmeye çalıştı.

Hüda-Par’ın lider kadrosuyla gençleri arasında bir ayrışma var. Radikal eğilimli gençler aktif olmak istiyorken, lider kadrolar onları tutuyor. Gençlere sürekli sakin olmaları yönünde telkinlerde bulunuyorlardı. Gençler çok sabırsız ve Hizbullah aktif olmayınca El Kaide’yle ya da başka radikal örgütlerle bağlantıya geçmeye çalışıyorlar. Ancak lider kadro kesinlikle siyaset yapmak, o yolda ilerlemek istiyor. Yani Hamas’ı örnek alıyor. Diğer yandan da gençler artık daha çok baskı yapacak. Gençler siyaset yapmayı, ‘durup beklemek’ olarak görüyorlar ve bunu istemiyor.

Olayların büyümesini istemeyen herkesin temennisi Hüda-Par’ın siyasi hayatına devam etmesi ve bu yoldan çıkmaması. Ama sallantıda olduğu kesin. Eskiden PKK ve Hizbullah büyük ölçüde Güneydoğu’daydı. Şimdi PKK’yı destekleyenler de, Hizbullah sempatizanları da Türkiye’nin dört bir yanında. Çatışma olursa her yerde olacak. Hizbullah’ın liderlik kadrosu Almanya’da ama henüz çatışmanın Avrupa boyutu olmadı.

PKK’yı destekleyenler, barış sürecinin geldiği nokta ve Ortadoğu’da oluşan vaziyet yüzünden çok kızgın ve her an her şey olabilir.PKK kaynakları “Hizbullah” adında bir örgütün varlığını “kesinlikle” kabul etmiyor. PKK, Hizbullah’ı “1990’lı yıllardan bu yana silahını Kürt Siyasi Hareketi’ne yöneltmiş bir Hizbulkontra örgütlenmesi” olarak nitelendiriyor. Hizbullah’ın IŞİD’e karşı adı konulmamış bir desteği olduğunu, Hizbullah’a yakın isimlerin IŞID ile birlikte savaştıklarını, IŞİD’e lojistik destek verdiklerini iddia ediyor.

PKK çevresi, örgütün cezaevinden tahliyesi sonrası yurtdışına kaçmayı başaran lideri Edip Gümüş’ün Kurban Bayramı mesajını hatırlatıyor. Gümüş’ün, “Müslüman olarak bilinen ve Müslüman olduklarını dile getiren hiçbir oluşum bizim düşmanımız olamaz.Ancak hiçbir oluşumun; İslam’a, Müslümanlara ve insanlığa karşı yaptıkları yanlışlıklarını tasvip etmeyiz. Bununla beraber varsa, yanlışlıklarını, İslam dairesi içinde kendimize has bir üslupla söyleriz” sözlerine dikkat çeken PKK çevresi, “IŞİD’i düşman olarak görmeyen Hİzbulkontra’nın bölgedeki varlığına izin verilmeyecek” değerlendirmesi yapıyor.

Agos gaetesinde Fatih Gökhan DİLER tarafından yapılan tespit çok önemli:2011 yılında Peygamber Sevdalıları Platformu’nun Diyarbakır’da düzenlediği “Kutlu Doğum” etkinliğinde yaklaşık 300-400 bin kişiyi toplamayı başardılar.İnsanlar bakıyorlar ve bu örgütün dindar olduğunu ve onlara hitap ettiğini görüyorlar. Bu bağlamda Hüda-Par’a destek büyüyebilir.PKK gibi köken olarak Marksist bir örgüt; böyle dindar bir toplumdan, bu denli büyük bir destek alabiliyorsa bu devletin 30 yıldır devam eden yanlış politikaları yüzünden.Çünkü Kürt toplumuyla PKK’yı yan yana getirdiğimde bağdaştıramıyorum.

Bundan sonra ne olur?

PKK-Hizbullah çatışmasının yeniden alevlenmesine sevinip “yesinler birbirlerini” diyen çok kişi var. Ama unutmamak lazım: 90’lardaki çatışmayı körükleyen “derin” unsurların hemen hepsi tasfiye oldu, ancak hem PKK, hem Hizbullah varlıklarını daha da güçlenerek bugünlere taşıdılar.

Kısa vadede bu çatışma her iki tarafa da belli zararlar verebilir ama en büyük zararı, zaten gergin olan atmosferi daha da kızıştıracağı için tüm ülkeye verecektir.

Muhtemelen İmralı’dan gelen talimatlar ışığında, KSH  bu çatışmaya son vermek isteyecektir.

Hizbullah da yasal alandaki kazanımlarını riske atacak bu çatışmanın sürmesini istemeyecektir.

Bununla birlikte, barış zaten mümkün değil ancak şu aşamadan sonra ateşkes bile kolay olmayacaktır.

Ayrıca Kürtler arasında zaten belli bir potansiyele ve örgütlenmeye sahip olan (IŞ)İD bu çatışmanın sürmesi için elinden geleni yapacaktır.

Kaynakça

http://www.haberdiyarbakir.com/pkk-hizbullah-catismasi-kurdlere-zarar-verir-64133h/

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/8266/pkk-hizbullah-catismasi-tum-turkiyeye-yayilabilir

http://www.cnnturk.com/fotogaleri/turkiye/pkk-hizbullah-catismasi-neden-basladi-hudapar-nasil-dogdu?

http://www.posta.com.tr/turkiye/HaberDetay/Hizbullah-ve-PKK-catismasi-yeniden-mi-basladi-.htm?ArticleID=249991

http://www.gazetevatan.com/rusen-cakir-685591-yazar-yazisi-yine-pkk-hizbullah-catismasi-ve-yine-yesinler-birbirlerini-aymazligi/

Öğretmenden öğrencisine; hem kızım hem eşim ol

 

Dün Hürriyet Gazetesinde bir haber okudum, haber kısaca şu şekilde verilmiş;

ANTALYA’da bir anadolu lisesinde geçen ay 11’inci sınıfların geometri dersinin yazılı sınavında, 5 öğrenci kopya çekerken yakalandı. Öğrencilerden E.T.’nin (16) ailesi, disiplin sürecinde kızlarıyla görüşen evli rehberlik ve psikolojik danışmanlık öğretmeni M.S. (47) hakkında, tacizde bulunduğu yönünde suç duyurusunda bulundu. İddiaya göre öğretmen, kız öğrenciye arkadaşlık ve ilişki teklif etti, teklifini kabul ederse disiplin cezası almayacağını söyledi. Öğrencinin ise bu sözlerin ne anlama geldiğini sorduğu belirtilen şikâyet dilekçesinde öğretmenin, “Cezan okuldan atılmak, ama ben cezanı hafifleteceğim. Ev tutarım sana, hem kızım, hem eşim olursun” dediği, okul dışında ve otelde buluşma tekliflerinde bulunduğu öne sürüldü.

Son yıllarda hem ülkemizde hem de dünyada ahlak yoksunluğundan kaynaklanan benzer olayların sayısındaki artış dikkatinizi çekmiştir. Gazete ve televizyonlarda çok sık gördüğümüz, duyduğunuz zaman tüylerinizi diken diken etmesi gereken bu olaylar maalesef halkımızın gözünde normalleştirilmeye çalışılıyor. Öyle olaylar oluyor ki, bir tepkiyi bile fazla görüyoruz. Doğadaki en enteresan varlık insanın bana göre en enteresan davranışı kanıksamak; her şeye alışıyoruz.

Her olay kendi içinde değerlendirilmelidir. Özellikle hassasiyet gerektiren buna benzer olaylarda genelleme yapmak yanlışlar zincirini beraberinde getirir, bir iki kişi yüzünden binlerce değerli öğretmenimizin kalbini incitiriz.

Öğretmen;hayatını öğrencilerine adamış, ailelerin şahsiyetinin ve geleceğinin belirlenmesinde  çocuklarını güvenle emanet ettiği kişidir.

Anne babalar çocuğun biyolojik varoluşunun kaynağını oluşturur. Öğretmenler ise zihni ve ahlaki yönden onların şahsiyet oluşumunu sağlar. Öğretmen öğrenci ilişkisini bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Bu tür olaylarda henüz ergenlik aşamasında olan bir öğrencinin öğretmenine duygusal bakımdan ilgi göstermesi yadırganacak bir durum değildir. Anne babası dışında bir çocuğun belki hayatında kendine idol olarak belirlediği kişilerin başında öğretmen gelir, bu zaman zaman platonik aşka da dönüşebilir. Yadırganması ve tepki gösterilmesi gereken öğretmenin davranışıdır.

Öğretmen, karşısındakinin yaşı ve cinsiyeti  ne olursa olsun, bu türden ilişkiyi reddetmelidir, bunun dışındakiler öğretmenlik mesleğinin hiçbir ilkesiyle bağdaşmaz.

Okulda herkesin statü ve rolleri belirlenmiştir. Öğretmen; derste öğrettiklerinin yanında rol modeli olması nedeniyle öğrenciyle iletişim içindedir, her davranışıyla öğrencinin gözü önünde yer alır. Öğretmenin ağzından çıkacak bir söz, bir ilke, bir ahlaki ya da entelektüel duruş, öğrencilere verilebilecek en büyük ders olabilir. Öğretmenin bu özelliği onda bilginin, becerinin, yaratıcılığın yanında yüksek bir ahlak bilincini zorunlu kılar.

Ahlak; insanın yaşam biçimi ve hayatının yol haritasıdır. Ahlak hepimizin yüreğinde bulunan bir duygudur. Zaman zaman onu görmezden gelsek de özellikle yalnız kaldığımızda “vicdan azabı” olarak bizi uyarır.

Aslında önem verilir ve uygulanırsa bireyleri ve toplumu mutlu edecek etik ve ahlaki değerlere insanoğlu nedense sıklıkla uyum göstermez ve bu kurallara karşı aksi yönde davranışlar sergiler. Peki insanoğlunu buna iten sebepler nelerdir?

İnsan isterse en temel ahlak kurallarını bile dilediği şekilde esneterek kendisiyle uyumlu bir hale getirebilir. Önemli olan ahlak kurallarının yüreğimizdeki yeridir. Bu da ancak eğitim ile oluşur. Bu eğitim evde başlar, okulda devam eder.

Aslında bu ve buna benzer olaylar ahlaki yozlaşmanın bir sonucudur ve bu yozlaşmanın önünde durmuyorsak hepimiz suçluyuz. Eğer ahlaki yozlaşma varsa, bunda hepimizin payı vardır.

Bir toplum gerek kişisel, gerekse toplumsal ahlakını küçük yaşta yapılan eğitim ile belirler. Bu sonuç okul gibi devletin olanaklarından ziyade aile ortamı içinde yapılan eğitimle elde edilir. Bu nedenle toplumsal bir ahlâktan bahsetmek istiyorsak aile içi eğitime ağırlık vermemiz gerekir. Daha küçük yaştan öğretilmelidir ki; ideallerimiz gerek kişisel gerekse toplumsal ahlak kurallarına uyumlu olmalı ve başkaları için kötü örnek oluşturmamalıdır.

İnsanlığın var oluşundan bu yana tüm toplumsal kabullerin, tüm dinlerin ve temel hukuk kurallarının varmak istedikleri en önemli temel hedef kişisel ve toplumsal ahlak kurallarının yaygınlaştırılması ve insanlığın bu kurallar çerçevesinde ilerlemesidir. Ahlak esasen toplumu çöküntüden kurtaracak ve toplumun muhafazasını sağlayacak bir araçtır.

Gücünüz 79 yaşındaki kadına mı yetti?

Hayat hak etmediği değerleri sunar bazılarımıza. Onlar bile şaşırırlar merdivenleri nasıl bu kadar hızlı çıktıklarına. Yukarıdan bakmaya başlarlar arkadaşlarına, kendilerine değer verenlere. Bir müddet sonra iş iyice şirazeden çıkmaya başlar. Sorumluluk ağır gelir, kaldıramazlar. Şöyle etrafınıza bir bakın, kim hangi makamlarda ve bu makamlara hangi aşamalardan geçerek gelmişler. Kapasiteleri ve aldıkları eğitim bu görevi yapmak için yeterli mi.

Dün ahlaklı ve saygılı her insanın vicdanını sızlatan bir haber vardı gazetelerde…Kuşyemi satarak geçimini sağlayan 79 yaşındaki Esme nine, Güvenpark’ta bulunan süs havuzunun başında yanında getirdiği kuşyemi tezgahını açarak satmaya başladı. Bu sırada zabıta ekipleri, yaşlı kadına satış izni olmadığını belirterek, parkı terk etmesini istedi. Yaşlı kadınla tartışmaya başlayan zabıta, sinirlenince yaşlı kadının paralarını süs havuzuna atarak olay yerinden ayrıldı.

İnsafsızlar…79 yaşındaki bir nine, hem de kuş yemi satarak geçimini sağlıyor ve siz sokaktaki haydutlara yapmadığınız ya da yapamadığınız işlemleri bu yaşlı insana tatbik ediyorsunuz. Yesinler sizin görev aşkınızı.

Eğer içinizde birazcık, vicdanınızın sesini dinleyecek kadar insanlık kalmış olsaydı bu hareketi yapmazdınız. Hayat yolunda vicdan insana iyi ve kötüyü gösteren en iyi yol gösterici, en iyi pusuladır. Vicdan insanın bütün duygu ve düşüncelerini, bu duygu ve düşüncelerdeki maksat ve niyetlerini adım adım izleyen, hiçbirisini kaçırmayan, hatır, gönül, hoşgörü, merhamet, dostluk, iltimas vb. tanımadan yargılayıp sorumluluğu takdir eden her zaman uyanık bir hakimdir.

Saygıdeğer ve pek muhterem görevli kardeşlerimiz…Dün akşam gazete ve televizyonlarda bu haberi izledikten sonra pişmanlık duydunuz mu. Hiç sanmıyorum. Peki gece rahat uyuyabildiniz mi. Aklınızda olsun olun temiz bir vicdan kadar yumuşak bir yastık yoktur.

İzlediğiniz zaman eminim hepinize çok tanıdık gelmiştir bu zabıtalar. Sosyal hayatta kendi kişilikleri ile bir statü edinememiş bu insanlar, sahip oldukları gücü kullanarak diğer taraftaki eksikliklerini tatmin ederler. Ellerindeki gücün etkisiyle üstüne vazife olmayan işlere karışırlar, hadlerini aşarlar. Otobüs şoförlerinden, zabıtalara, hatta garsonlara dek uzanan geniş bir yelpazede kendilerine yer bulurlar. İnsanları düşman gibi görme potansiyelleri üst seviyededir. Karşısındakinde: “yoksa ben bir halt değil miyim?” hissiyatı uyandırırlar.

Görmemişin oğlu olmuş…Biz burada neyiz!. . . Ve daha bunlara benzer pek çok atasözümüz vardır. Günümüzde bazı kasım kasım kasılarak, dik gezen ölüler misali dolaşan, koca göbekli sonradan görme, ensesi kalın takımından bazı sözde etkili ve yetkili makamları işgal edenler içindir bu sözler…

Sorsan hiçbiri kendini bu sınıfa koymaz ve hatta “Valla gardaşım ne yapıyorsam memleket menfaati içindir. Yoksa benim ne işim vardı bunca eziyet ve zahmetin altına girecek ve milletin kahrını çekecek…” türünden yersen beylik laflar ederek, istemem ama yan cebime koy edebiyatında mastır yapmış uzman beyler…

Stanford Üniversitesinde okuyan öğrencilerden kurulu bir denek grubu üzerinde yapılan bir araştırmada deney grubu 2 bölüme ayrılmış.

Bir grup gardiyan olurken , diğer gruptan ise mahkumlar gibi davranmaları istenmiş. Gerekli kıyafetleri giyip , bir süre boyunca hapishane düzeni içinde yaşayan denek gruplarının deney bitimindeki davranışları gözlendiğinde ortaya çıkan sonuçlar çok ilginç olmuş.

Çünkü gardiyan rolünde , diğerleri üzerinde yetki sahibi olan denek grubu sadistleşmeye ve ellerinde tuttukları yetkiyi saldırgan bir tutumla kötü kullanmaya başlamış .

Diğer grup ise kendisine yapılan haksızlıklara ve saldırılara ; ben bunu yaptıklarım yüzünden hak ettim diyerek sessiz bir tutum içerisinde kalmış. (Peki bu grubu tanıyabildiniz mi?)

İnsanlara hak etmedikleri yetki verilince ne oldum delisi oluyorlar, bu sorumluluğun altında eziliyorlar ve nihayetinde saldırganlaşıyorlar. Çünkü bu sorumluluğu kaldıracak altyapı ve birikime sahip değiller. Buralara adım adım, sindirerek gelmediler. Güzel insandan beklenen nedir;büyüdükçe, makam mevki sahibi oldukça tevazu sahibi olması değil mi?

İyi bir insanın taşıması gereken temel özelliklerden birisi de saygılı olmaktır;özellikle de yaşlılara, anne babaya saygı. Merak ediyorum kendi anne babanıza da böyle mi davranıyorsunuz. Saygı insanın kendi kişiliği ile başkalarının kişiliğinin arasındaki sınırı bilip o sınırı aşmamasıdır. Kendi aleyhine dahi olsa başkasının hakkına, hukukuna özen göstermesidir.

Attığımız her adımda vicdan neyin doğru neyin yanlış olduğunu bildirecek gerçek ve tek ahlak hocasıdır.

Türkiye’nin en önemli sorunu insan sorunudur. Kendi özgür vicdanına hesap verebilecek insan yokluğu…

Herkese karşılıklı saygı ve sevginin tüm insanlığı kucakladığı bir dünya diliyorum. Sevmeye başlayınca eskisinden çok faklı bir insan olduğunuzu hemen fark edeceksiniz.

Gerçek dostları diğerlerinden ayıran 14 özellik?

Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın. Nerden çıktın bu vakitte dememeli bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında… Gözünüzün dilini bilmeli sormadan, söylemeden anlamalı… En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin. Alkışlandığında değil, asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmelisin… Gözbebekleri bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin. Ve sen ağladığında onu gözünden gelmeli yaş…

Can Dündar

Yalnızlık, bir hastalık değildir. Arkadaşlığa ihtiyacımız olduğunu gösteren doğal bir işarettir. Nasıl açlık hissi bizi besleyici gıdalar yemeye yöneltiyorsa, yalnızlık duygusu da bizi gerçek dostlar aramaya yöneltmelidir.

Gerçek dostlara sahip olmak için  istemek ve beklemek yetmez. Öncelikle gerçek dostlara duyduğumuz ihtiyacın farkına varmalıyız, sonra da bu konuda harekete geçmeye karar vermeliyiz.

Bugün sosyal medyayı kullanarak bir tuşla binlerce arkadaş sahibi olabiliyoruz. Aynı şekilde bu arkadaşlıkları bitirmek için de tek tuş yeterli. Binlerce arkadaşımız olabilir ama gerçek dost sayısı 5-10 kişiden fazla değildir. Peki gerçek dostları diğerlerinden ayıran özellikler nelerdir?

1. Dost, dostunun aynasıdır.

Dost, dostun gözetim ve denetimine muhtaçtır. Birbirlerine tutulan aynalardır dostlar. Her şeyini gösterdiği gibi, hatalarını ve noksanlarını da samimiyetle gösterir. Ancak bunu kırmadan, incitmeden, asla rencide etmeden yapar. Çünkü dostun amacı, utandırmak, küçümsemek, hakaret etmek değildir. Zira dost, dostunu mükemmel görmek ister ve onun olumsuz hallerinden rahatsız olur.

2. Gerçek dostluklar bağlılık gerektirir

Gerçek dostluk için olmazsa olmazlar vefa ve bağlılıktır. Vefa’nın İstanbul’da sadece bir semtin adı olduğunu sananlar bunu anlayamazlar. Gerçek dostluklar bağlılık gerektirir. İyi bir dost size karşı sorumluluk hisseder ve sizinle gerçekten ilgilenir. Elbette böyle bir bağlılık iki yönlüdür; her iki taraf da çaba göstermeli ve özveride bulunmalıdır. Tıpkı güzel bir bahçe oluşturmak gibi dostluk kurmak da çok zaman ve ilgi ister. Unutmayın dostluğunda samimi olan, aradığı dostu bulmak için, aranan dost olmaya dikkat etmelidir.

3. Gerçek dost doğruları söyler

Vefalı bir dost, arkadaşının ciddi hatasını fark etmesini sağlamak ve kırmadan ona yol göstermek için cesurca davranır. Gerçek dostlar, sizi üzeceğini bilse de doğruları söyler; çünkü onlar sizin için her zaman en iyisini ister. Eleştirilebilen dost, geliştirilebilen dosttur. Çünkü kusurları hakkaniyetle kendilerine söylenmediği takdirde ayıplarını hüner sanabilirler. Dostluk, dostun takdim ettiği her şeyi takdir etmek demek değildir.

4. Gerçek dostlar affedicidir.

Genellikle başkalarıyla ilgili beklentilerimiz, kendimizle ilgili beklentilerimizden daha yüksektir. Kendi hatalarımızın farkında olursak ve bizim de bağışlanmaya ihtiyacımız olduğunu unutmazsak, başkalarını affetmeye daha istekli oluruz. Dostlarınızın hatalar yapacağı gerçeğini kabul edin. Sorunlar çıktığında hemen çözmeye çalışın ve unutmak için elinizden geleni yapın.

5. Her ihtiyaç duyduğunuzda yanınızdadır

Dostun yanında rahatlar, huzur buluruz. Derdinizi azaltmak ve taşınır kılmak için, dostun varlığı yeter. Yanımızda olması kafidir. Hatta sesini telefondan duymamız bile, ilaç gibi gelir. Gerçek dost demek, her zaman yanında olacağını bilmek demektir. Yaşadığın kötü bir olayda-bir trafik kazası, bir yakınını kaybetme- uzaklığı hiç düşünmeden herkesten önce yanına koşan kişidir dost. Sizi hiçbir zaman yüzüstü bırakmayacak, ‘iyi günde de, kötü günde de’ yanınızda olacak ve desteğini esirgemeyecek bir arkadaş, gerçek bir dosttur. Duyduğunuz acı bir haberde sizi teselli eden, yanınızdan ayrılmayan kişidir dost. Gerçek dostlar yıldızlara benzerler, karanlık çökünce ilk onlar gözükürler.

6. Asla kıskançlık yapmaz

Kıskanç bir arkadaş kadar size zarar verecek bir arkadaş modeli yoktur! İyi bir arkadaş sizin iş yaşamınızdaki başarınızda aşk hayatınıza, giyim kuşamınızdan sosyal çevrenize kadar her şeyi kıskanmak yerine; siz ve başarılarınızla gurur duyar. Hatta ikiniz de birbirinize bir şeyler katarsınız. Bazı arkadaşlar ikili arkadaşlığa fazla düşkündür. Sürekli sadece ikinizin yakın olmasını ister ve etrafınızdaki diğer arkadaşlarla hem sizin, hem kendilerinin yakın olmasından hoşlanmazlar. Bu nedenle gerçekten size değer veren bir dost, sizin tüm arkadaşlarınızla birlikte eğlenmeyi, güzel vakit geçirmeyi bilen bir dosttur. Dost, dostunun hatırı için, onun sevdiklerine de saygı duyandır.

7. Olduğu gibidir, doğaldır.

Her şeyini bildiğiniz bir arkadaşınız başka bir ortamda bambaşka birine dönüşüyorsa, sizin ona anlattığınız bazı durumlara kendisi gibi yanıt vermiyor, yapmacık tepkiler sunuyorsa bu arkadaş yine tehlikeli türdendir. O an içinden ne geliyorsa, iyi veya kötü, içinize atmak yerine anında paylaşmak arkadaşlık ilişkinizi daha da kuvvetlendirecektir. Bu nedenle her zaman olduğu gibi olan dostları çevrenizde bulundurmaya özen gösterin. Etkilemek için yaşamak zorunda kalmazsınız, onlar doğallığı sever.

8. Sizin sevmediğiniz şeyleri kabullenir

Anlayış tüm sosyal ilişkilerde olduğu gibi arkadaşlıkta da temeli sağlamlaştıran davranışlardan biridir. Örneğin arkadaşınız Çin restoranına gitmek istiyor, fakat siz Çin yemeği yiyemiyorsunuz… Arkadaşınız anlayış gösteriyor ve başka bir yerde yiyorsunuz. Başka bir zaman da siz korku filmi izlemek isterken, o korkmaktan hoşlanmıyor. O zaman siz ona ayak uydurursunuz. Anlayışlı olmak kişinin egoist olmadığını da gösterir; bu da sağlam bir karakterin temelini…

9. Sır saklamayı bilir

Arkadaşlığın en özel, en keyifli yanlarından biri de sırlarınızı paylaşmaktır. Tabii bunun için öncelikle karşılıklı güven gereklidir. Sırlarınızı anlattığınız arkadaşınızın kesinlikle bu bilgileri başkalarıyla paylaşmıyor olduğundan emin olmanız gerek. Sizin ona verdiğiniz sırları dedikodu malzemesi olarak veya ileride yüzünüze vurmak üzere biriktirmek yerine; anlattıklarınıza çözüm bulmaya çalışıyor olmasına dikkat edin.

10. Dürüsttür

Dürüstlük sağlam ve uzun vadeli bir arkadaşlık için en gerekli karakter özelliklerinden biridir. Aslında dürüstlük bu yazımıza bahsettiğimi bütün özelliklerin de bağlantılı olduğu bir durum. Yani arkadaşınız dürüst olmalı ki onun yanınızda kendinizi rahat hissedin. Arkadaşınız dürüst olsun ki onun fikirlerini güvenerek dinleyin. Unutmayın; yalan, arkadaş ilişkilerinin en büyük tehdit öğelerindendir. Acı olsa da gerçekleri yüzüne söyler

11. Sizi şımartır

Evet, iyi ve keyifli bir arkadaş zaman gelir sizi şımartır. Bu onun ne kadar komplekssiz ve dürüst olduğunun da bir göstergesi olup; size olan sevgisini saf bir şekilde sunuyor olmasıdır. İyi bir arkadaş size değer verir, özen gösterir; bunu da zaman zaman yaptığı sürprizlerle, sizin için planladığı eğlenceli organizasyonlarla veya içinden gelip size aldığı ufak bir hediyeyle ifade eder.

12. Kendine güvenir

Aynı dürüstlük gibi, kendine güven de bir insanın tüm sosyal ilişkilerinin uzun vadeli ve sağlam olmasının altında yatanlardan biridir. Emin olun, kendine güvenen bir arkadaştan kolay kolay zarar gelmez. Çünkü özgüveni olmayan bir arkadaş sizi kıskanabilecek, duygularını açıkça ifade edemeyecek ve sinsileşebilecektir. Aşırı özgüven de iyi değildir; ego savaşı da arkadaşlığı bitirebilir. Dolayısıyla arkadaşınızın kendine olan güveninin ‘dozunda’ olmasına çok dikkat edin!

13. Gerçek arkadaş sizi her konuda destekler ve cesaretlendirir.

Dost, dostu utanmasın diye, onun günahlarını, kusurlarını, potlarını hep örtendir. Dost, günah teşhircisi değildir. Tam tersine, dostunun günahından dolayı üzülen, acıyan, düzeltmeye çalışandır. Gerçek dost, iyi günlerimize davetimizle, kötü günlerimize ise, davetsiz gelendir. Yeni bir iş yapmak istediğinizde veya hayatınızda kritik bir adım atmak istediğinizde çevrenizde size sonuna kadar destek veren çok az kişi görürsünüz. İşte onlar gerçek dostlardır.

14. Gerçek dostluk karşılıksızdır

Dostluk karşılık beklemeden sevmektir. Bülbülün güle sevdası gibi. Suyun toprağa sevdası gibi. Güneşin ağaca, çiçeğe sevgisi gibi. Dostluk böyle karşılıksız ve limitsiz olunca elbette her şey farklı ve güzel olur. Gerçek dost sadece işi düştüğü zamanlar aramaz. Öyle arkadaşlar vardır ki;hep veririsiniz, maddi ve manevi her konuda bugüne kadar tüm desteği sağladığınız bu arkadaşlarınıza bir defa işiniz düşer sizi yüzüstü bırakırlar. Gerçek dostlar da bu şekilde düğerlerinden ayrılacak, tecrübe hayatta yenen kazıkların toplamıymış.

Sevgili Can DÜNDAR ile başladık büyük şair Can YÜCEL ile bitirmek istiyorum. Yeni yılın gerçek dostlarınız ile birlikte sağlık ve mutluluk getirmesini diliyorum.

Ben;
Benden olgun insan isterim karşımda!
Benden dürüst,
En ufak dalgada,
Arkasını … dönmeyecek kadar olgun.
Arkamı döndüğümde,
Sırtımdan vurmayacak kadar güvenilir.
Bir o kadar cesaretli olmalı.
Yağmurdan ıslanıp, fırtınadan kaçmamalı.
Ayağı taşa takılınca kayadan korkmamalı.
İşine gelince sevip,
Zoru görünce bırakmamalı!

İletişim kazaları

Profesör, konferans vermek üzere salona girmiş. Salonda, sadece ön sırada oturan seyis dışında hiç kimse yokmuş. Boş koltukları görünce, konuşup konuşmama konusunda tereddüde düşen profesör sonunda seyise sormuş:

“Buradaki tek kişi sensin. Kararı sen ver. Sana göre konuşmalı mıyım, yoksa konuşmamalı mıyım?”

Seyis cevap vermiş: “Hocam ben basit bir insanım, bu konulardan hiç anlamam. O yüzden bana hiç sorma. Ama ben ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim”.

Bu sözler karşısında seyise hak veren profesör, kararını vermiş ve konferansa başlamış. Konuşmuş, konuşmuş. İki saatin üzerinde konuşmuş, anlatmış, yazmış durmuş. Sonunda sözlerini tamamlayan profesör, kendini çok mutlu hissetmiş ve görevini yerine getirmenin hazzı ve tatlı yorgunluğuyla seyise dönmüş. Aslında amacı, tek dinleyicisi tarafından da konferansın çok iyi geçtiğinin onaylanmasını duymakmış.

“Konuşmayı nasıl buldun?” diye sormuş.

Seyis cevap vermiş: “Hocam, ben sana daha önce basit bir adam olduğumu ve bu konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Yine de, eğer ahıra girdiğimde, biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, onu beslerdim, ama elimdeki tüm yemi ona verip hayvanı çatlatmazdım”.

İletişim;toplum içinde yaşayan insanın kendisini ve çevresini daha iyi tanımak ve başkaları ile uyumlu ilişkiler gerçekleştirmek için bilginin paylaşılmasını mümkün kılan bir paylaşım süreci olarak nitelendirilebilir.

Bir toplumda iletişimin kimler arasında, nasıl ve hangi sonuçlarla nasıl gerçekleşeceğini büyük ölçüde o toplumun, toplumsal ve kültürel özellikleri tarafından belirlenir. Yetiştiğimiz çevre, eğitim ve öğretim düzeyimiz, kişilik  özelliklerimiz, rollerimiz, inançlarımız, değerlerimiz, tutum ve davranışlarımız ve en temel olan önyargılarımız iletişim kurmamızda en etkili unsurlardır.

Teknolojinin bütün imkanlarını kullanarak iletişim sağlıyoruz ve bunu yaparken çok sayıda iletişim kazasına şahit oluyoruz. Bir kısım insan, konuştuğunu zannedip bir şey söylemiyor, diğerleri konuşup çatlatıyor. Deneyimli iletişimciler daha çok konuşmanın çözüm olmadığının farkındadır. Gereken daha çok dinlemektir. Mevlana’nın sözlerini hatırlamakta fayda var;Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır.

Sosyal yaşamda iletişimsizlik, başkaları ile konuşmak ve ilişki kurmanın önünde bir engel olarak duruyor ve bizi yalnızlığa mahkum ediyor.

Doğrusu en çok kendimizle iletişim(sizlik) halindeyiz; kendimizin en acımasız düşmanı, en ağır eleştirmeni, en mesnetsiz suçlardan hüküm giydiren yargıcı olarak! Kendimizle iletişim kuramamak bizi kendimize yabancılaştırıyor; duygularımızı tanıyamaz hale getiriyor.

Buna rağmen kendimizle ve başkalarıyla kurduğumuz iletişimi sağlıklı hale getirmek için emek harcamaya pek gönüllü değiliz. Sıkça “kolay” yolu seçiyoruz; ya duygularımızı bastırıyor ya da duygusal patlamalar yaşıyoruz.

Bir ülkenin trafik düzeni, o toplumun insan ilişkilerini yansıtan önemli göstergelerden biridir. Bir ülkedeki trafik düzenine bakarak, insanların birbirlerine nasıl bir tavır içinde olduklarını gözlemleme olanağı vardır. İletişim kazaları da tıpkı trafik kazalarına benzer ve emin olun kaza her zaman “Geliyorum!” der.

Kimsenin ölmediği, hatta yaralanmadığı bir kaza düşünün.

Evet, can ve mal kaybı yok ama bu kazanın yarattığı hasar kolay onarılabilecek gibi değil. Hasarı karşılamak için sigorta yaptırma şansınız da bulunmuyor.

Sözü edilen bir iletişim kazası!

Trafik kazalarında en önemli nedenin sürücü hatası olması gibi iletişim kazalarının da en önemli kusur kaynağı iletişimi kuran kişilerdir. En önemli kaza türünün kişilerin kendi rollerinin dışına çıkmalarından kaynaklandığını görüyoruz.

Yapılan araştırmalar; iletişim sorunlarının çoğunlukla kişilerin baskın karakter olma isteğinden, karşındakini önemsememesinden, kendisini daha önemli hissetmekten kısacası, kendisinden beklenen rolün dışına çıkmaktan kaynaklandığını göstermektedir.

Bazen konuşurken düşünmeden söylenen bir söz, ağızdan kaçabilecek bir ifade, geciken bir açıklama, bir duruş, bir dokunuş ansızın müthiş bir fırtınaya dönüşebilir. İşte iletişim kazası budur. Hatta iki kişi arasında geçen bir tartışma, başkalarının yanında devam ederse kesinlikle zincirleme iletişim kazasına dönüşecektir.

Duygularınızı sağlıklı bir şekilde nasıl ifade edeceğinizi, daha da önemlisi duygularınızı nasıl yöneteceğinizi bilmiyorsanız her türlü ilişkinizin bir sonraki dönemecinde sizi yeni bir iletişim kazasının bekliyor olması çok muhtemeldir.

Sorunları çözmek için insanların mutlaka düşünce alışverişinde bulunmaları gerekir. Medeni olmayan, konuşma ve tartışma yeteneğini geliştirememiş bir toplumda sorunları çözmek için başlatılan çabalar bir müddet sonra kavga ve çatışmaya dönüşür. Böylece var olanı çözmek bir yana, sorunlara yenileri eklenir. İçinde bulunduğumuz coğrafya başta olmak üzere dünyanın bir çok ülkesinde görülen kanlı çatışmaların kökeninde iletişim kazaları yatar.

Toplumsal sorunların demokratik çözümü için karşılıklı ve iki yönlü iletişim gereklidir. Bu iletişim başlatılmadığı sürece, gücü elinde bulunduran otorite emir vererek sorunlara çözüm getireceğine inanmaya başlar. Ancak iletişim göz ardı edilerek, zorla kabul ettirilen bu tip çözüm biçimlerinin ömrü emri veren iktidarın ömrü kadar olur.

Kişiler arası ilişkilerde daha az sürtüşmesi olan, kavgaya dönüştürmeden sorunları çözebilen, acı yerine mutluluğun, kin ve nefret yerine hoşgörünün yeğlendiği Türk toplumu, kendini değerli bulan, sevgi ve anlayışla çevresindekilerle iletişim kuran insanlarla kurulabilir.

Bir insanın ilişkilerinin niteliği, o insanın yaşam kalitesini belirler. İlişki sorunu aslında bir iletişim sorunun sonucudur ve yaşamın değişik alanlarında kendini gösterir. Aile içinde, arkadaş çevrenizde ve çalışma saatlerinizde bu tip sorunlarla karşılaşabilirsiniz. Fikirlerinizi dinlemiyor olabilirler. Ne zaman konuşmaya kalksanız kendinizi bir tartışma içinde buluyor olabilirsiniz.

Diğer insanlarla ilişkisi olmayan bir insan düşünülemez. Demokratik bir toplum yaratabilmek için, önce bireylerin günlük yaşamlarında, diğer kişilerin görüşlerine saygılı ve hoşgörülü olmayı öğrenmeleri gerekir. Bu amaçla geliştirilmiş yeni iletişim becerileri, hem bireyin, hem de toplumun yaşamına zenginlik ve saygınlık getirir.

İletişim konusunda bilinçlenme, kişinin kendini değerli görmesiyle başlar. İletişim bilgi ve becerilerinin arkasında gönül zenginliği, sevgi, anlayış ve hoşgörü olmalıdır. Bu temel olmadan her türlü iletişim becerisi, yalın ve anlamsızdır. Bilinçsiz bir temel üzerine kurulmuş zenginlik, dinamik gücünden yararlanılamayan bir çağlayana benzer. İnsan iletişimi, hem kafa hem de gönül zenginliği ister:biri olmadan diğerinin etkinliği yoktur.

Düşündüğümüz-söylemek istediğimiz, söylediğimizi sandığımız-söylediğimiz, karşımızdakinin duymak istediği – duyduğu, anlamak istediği – anladığını sandığı – anladığı arasındaki farklar olduğu sürece iletişim kazaları var olacaktır. Bize düşen bu farkları ortadan kaldırmanın yollarını aramaktır;

1. Öncelikle iletişim kanallarının açık olması gereklidir. İş ortamındaki sorunların önemli bir kısmının özünde kişilerin bireysel kişilik özellikleri ve üstünlük kurma amaçları tanımsız bir ortamı birleşmesinden kaynaklandığı bilinmektedir. Oysaki iş akışı ve ilişkilerin tanımlı olduğu ve kişilerin aynı ortak amaca ulaşmayı hedeflemeleri sorunu çözecektir.

2. Anladığımız şeyle karşımızdakinin beden dilinin uyumlu olup olmadığına bakmalıyız. Gerçekten karşımızdakinin dediğini tam anlamıyla anladığımızdan emin olmalıyız.

3. Tartışmaya yakın olanlar da yangını söndürmek için çaba harcamalıdır. Çünkü kendi fikrini kabul ettirmeye çalışan genelde karşısındakinin fikrini kabul etmek istemez. Orta yolu bulmak her zaman mümkün olmaz.

4. Tartışmaların bir sebebi de eleştiriyi kabul etmemektir. Özgüven sahibi birey eleştirilmekten çekinmez. Kendisiyle barışık olanlar hatalarını kabul etmekten ve özür dilemekten çekinmeyenlerdir.

5. Paylaşmak, dinlemek, birlikte anlamlı aktiviteler yapmak kişilerin birbirini daha iyi tanımasını sağlayacaktır. Birbirini daha iyi tanıyan insanlar karışışındakinin aslında ne demek istediğini daha kolay anlayacaktır.

6. Önce beyninizi sonra ağzınızı devreye sokun. İçinizden geldiği gibi davranmak yerine profesyonellerin yaptığı gibi iş ve iletişim hedefinize uygun davranış ve söz düzeneğini, her ihtimali göz önünde bulundurarak önceden belirleyin.

7. Başkalarının bizi anlamadığını söylemek iletişimsizlikte kendi suçumuzu görmezden gelmek demektir. ” Beni anlamıyorlar” diye söylenmekten vazgeçip, bu cümleyi “Ben kendimi anlatamıyorum” a dönüştürmek daha doğru davranış olacaktır.

8. Kendimize güven duymalı, inanmalı ve önemli hissetmeliyiz, olumsuz düşüncelerden uzaklaşmalı, çevremizi, iletişim içinde olduğumuz kişiyi kişileri izlemeli ve dinlemeliyiz. Kendi güçümüze, yeteneklerimize sorumluluklarımıza sahip çıkarak kendimizle kuracağımız barışık bir iletişim, başkaları ile iletişimimizi de iyileştirecektir.

9. Bazen susmanın da bir iletişim aracı olduğunu aklınızdan çıkarmayın.

10. Algılama yönetiminde üslup, her zaman içerikten üstündür.

Kiracı ev sahibi gibi, otobüsteki yolcu şoför gibi, ast üst gibi, yönetici patron gibi davranmaya başladığında iletişim kazaları için uygun bir zemin kendiliğinden oluşur. Biraz hoşgörü ve açıklık, iş ortamında tanımlı olmak ama en önemlisi bize biçilmiş olan rolü aşmamak önemli. Başkalarının haklarına tecavüz edip onların rolüne bürünüp onları oynamaya çalışmak yerine kendi rolümüze iyi çalışmak gerekli.

İletişim çağımızın en gerekli becerilerinden biridir. İletişim kazalarına sebebiyet vermemek için bu beceriye sahip olma ve onu kullanma yolunda çaba harcanmalıdır.

Toplum içindeki bireylerin birbirleri ile sağlıklı ilişkiler kurması, o toplumu meydana getiren bireylerin iyi ilişki kurma konusundaki ilkeleri, iletişimi engelleyen ve kolaylaştıran unsurları bilmelerine ve yaşamlarında uygun zaman ve yerde kullanmalarına bağlıdır.

Böylece, bireyler arasında oluşabilecek gerginlik ve çatışmalar oldukça azalır ve zaman kayıplarında da aynı doğrultuda azalma olur.

Sonuç olarak, iletişim bir paylaşma eylemidir. İletişim kurmada kişisel özelliklerimiz, kültürel yapımız, değer ve tutumlarımız etkilidir. Birbirimizi anlama çabasında empatik tutum ve davranışı, demokratik ilişkileri kurmak zorunluluk olmalıdır. Bu eylemlerimizi gerçekleştirmediğimiz zaman bir birimizi anlamayacağız ve değer vermemiş olacağız. Toplum olarak bunları sorgulamalıyız.

Kaynakça

Yeniden insan insana, Doğan Cüceloğlu

http://sosyalhizmetuzmani. org/iletisimsizlik. htm

http://www. kendinigelistir. com/iletisim-kazalari/

http://www. agileturkey. org/#!zincirleme-iletisim-kazasi/c15gw

http://www. kuraldisi. com/saim-koc/yazilari/butun-yazilar/iletisim-kazalar/

http://www. yenisafak. com. tr/yazarlar/ali_saydam/iletisim-kazasi-nedir-41056

İnsan neden suç işler?

Belçika’da 30 yıldır hapiste bulunan bir seri katil “dayanamayacak kadar büyük psikolojik acı çektiği” için ötenazi talebinde bulundu. Aynı zamanda tecavüzden hüküm giymiş olan mahkumun bu isteği kabul edildi.

Haberi okurken Dostoyevski’nin suç ve ceza romanını düşündüm. St. Petersburg’un sefil ve çirkin dünyasında yaşayan Raskolnikov’un, yaşam mücadelesi ve kendi iç hesaplaşmalarının anlatıldığı roman bana göre tartışmasız bir başyapıt. Çevrenin ve toplumun insan üzerinde gerçekleştirdiği değişimleri açık ve net bir şekilde ifade eden roman bize şunu anlatır; İnsan her türlü zorluğa dayanırken; eşitsizliklere başkaldıran, haksızlıkla uzlaşmayan ahlaklı bir varlık olmalıdır.

Suç işleme trendi, ülkemizde ve dünyada gittikçe artmakta. Suçların bireysel olması yanında kitlesel nitelikte de olması vahameti arttırmaktadır.

Ülkemizde suçların yaklaşık olarak yarısı, 25 yaşın altındaki çocuklar ve gençler tarafından  işlenmektedir. İleri yaşlarda suç işleyenlerin yüzde doksanın çocukluk ve gençlik çağında suç işledikleri saptanmıştır. Konuya bu açıdan bakıldığında, çocuk ve gençlerde suç nedenlerini bulmak ve bunların önlemini almak, bir anlamda toplumda işlenen suçların da azalmasını sağlamak için çok önemlidir.

Suç nedir?

Bilindiği gibi hukuk; toplu halde yaşayan insanların davranışlarını düzenleyen disiplinlerden birisi ve de en önemlisidir. İnsan tabiatı ve bencilliği, hukuk düzeni olmadan birlikte yaşanabilmesine olanak vermez. Hukuk koyduğu kurallarla bu düzeni kurar ve korur. Suç;toplumun huzur ve sükununu bozdukları için yapılmaları yasak edilmiş ve işlenmeleri halinde cezayı müeyyide gerektiren fiillerdir.

İnsanlar neden suç işler?

Dünyayı tehdit eden suç olgusunun sebeplerine inmek, gerekçelerini irdelemek; suçlulara verilen cezalardan daha önemlidir. Her suç işleyen kendince o suçu meşrulaştıracak bir yöntem üretir ve kendince suçsuzdur.

Suç kavramını ele alırken o toplumun sosyolojik ve ekonomik yapısını ele almak gerekiyor. . . ve kişiyi o suça yönlendiren sebeplerin neler olduğunu da tespit etmek gerekiyor. . Sahi insan yanlış olduğunu, sonrasında pişmanlık duyacağını bildiği halde niçin suç işler?

İnsan, yaşadığı çevrenin çocuğudur;suçun nedenlerini insanların yaşadıkları sosyal ve fiziksel çevrede aramak gerekir. Suç, insanların içinde yaşadıkları toplumla aralarındaki sosyal bağların zayıflamasının sonucudur.

Çocuk ve genci suça yönelten ailelerin ortak özelliklerini şöyle toplayabiliriz: Yerinde kullanılmayan anne baba disiplini, aşırı aile baskısı, anne babanın aşırı ilgisi ya da ilgisizliği; gayrimeşru yaşantı ve bunun sonucu meydana çıkan çocuk; baba ya da annenin olmaması; ayrılmış anne baba; babanın alkolik olması; çalışma zorunluluğu yüzünden babanın uzun süre evden uzak kalması; işsizlik ve ekonomik güçsüzlük; sık sık çevre değiştirme.

Toplumsal, ekonomik ve kültürel değişmelerin toplumda yarattığı bunalımlar ve çatışmalar aile içine de yansır. Değişen değerler ve ahlak kavramının aile içinde yarattığı çelişmeler çocuk ve gençleri yeni arayışlara ve kişiliğini göstermek için davranış sapmalarına sürükler.

Başka bir bakış açısı, insanların her fırsatta suç işleyeceklerini iddia eder. Bu bağlamda insan her an kötülük yapmaya müsait ve kötülüğe hazır bir varlık olarak değerlendirilir. Bazı bilim adamları özellikle Freud saldırganlık ve cinselliğin yaradılıştan geldiğini savunur.

Suç diğer davranışlar gibi öğrenilen bir davranıştır.

Suçluyu suça iten onun içindeki kötülükten ziyade toplumun değer yargılarıdır. Kendisini aldatan karısını öldüren adam kanunlar ve yasalar önünde suçlu sayılırken toplumun genelinin gözünde suçsuzdur.

Hukuk sistemi alt sınıfların işlediği ‘adi suçlara’ odaklanır, üst sınıfların işlediği suçları gündeme getirmez. Örneğin gecekondu semtindeki bir okulda yaşanan bir şiddet olayında öğrenciler kriminalize edilirken, prestijli bir kolejin tuvaletinde uyuşturucu madde kullanan üst sınıfa mensup öğrencilere adli işlem uygulanmaz.

Hatırı sayılır bir beyaz yakalının bir kalemde yaptığı milyarlarca dolarlık hırsızlık, ‘hortumlama’ kavramıyla normalleştirilirken, birden fazla çocuğun yaptığı ekonomik değeri çok küçük olan hırsızlık, ‘organize suç’ kapsamında değerlendirilebilir.

Toplumda ekonomik eşitsizliklerin artması sonucu çocuklar, gelişim çağlarını fakirlik içinde yaşamaktadırlar. Buna ek olarak çocuklara ve ailelere yönelik kamu hizmetlerinin yetersiz olması da beraberinde çocukların suça itilme riskini getirmektedir

Adalet dağıtmayan bir hukuk sisteminde, bazı kişilerin haklarını, yargıya müracaat etmeden, kaba kuvvet ile alma yoluna gittikleri görülür. Belirli fırsatlara ulaşabilmek için yasal ve yasal olmayan yollar bulunmaktadır. Yasal fırsatlar engellendiği zaman, yasal olmayan fırsatlardan yaralanma yoluna gidilir, bu da suçu doğurur.

Fransız sosyologu Emile Durkheim’a göre, ahlaki yükümlülükler ve sosyal kurallar olmazsa, yaşam çekilmez hale gelir ve anomi ile sonuçlanır. Anomi bir kuralsızlık, normsuzluk duygusu olup, intihar ve suç gibi yıkıcı davranışları sonuçlar. Sınırlandırılmamış istekler ve davranışlar, önemli sosyal normlardan sapma ile sonuçlanır.

George Vold’a göre, toplum gruplardan oluşmaktadır. Bu grupların çıkarları ve amaçları birbiri ile çatışır, yarışır veya aynı doğrultuda olursa gruplar arasında uyuşmazlık başlar. Gruplar çıkarlarını çok iyi gözetirler ve onları savunmaya her zaman hazırdırlar. Bir grup durumunu koruyabilmek için ve geliştirebilmek için diğer sürekli diğer grupları kollamak ve mücadele etmek zorundadır.

Düşük gelir sınıfının kültürü suç doğurur, çünkü düşük gelir sınıfının ilgi odakları; açıkgözlük, heyecan, ve başına buyruk olmaktır. Açıkgözlük, başkalarını atlatabilme, onları kandırarak para kazanma; heyecan, tehlike, risk, başına buyruk olma ise herhangi bir sınırlamayı kabul etmemek anlamına gelmektedir. Kişi çevresiyle özdeşleşebilmek, çevresince kabul edilmek, bir statüye, prestije sahip olabilmek için bu özellikleri benimsemek zorundadır. Öte yandan bunları yaparken suç işlemesi kaçınılmazdır.

Bazen ölü bir insan faydalı olabilir. Örneğin biri bir cinayete şahit olduğunda katili ele vermemesi için susturulması gerekir. Yani onun ölümü, belli bir amaca hizmet etmektedir.

İnsan temel ihtiyaçlarının yoksunluğundan ileri gelen bir suçu işliyorsa, bu ihtiyaçlarını karşılamakla mükellef olan devlet onu yargılayamaz. Aç kalan adam çalar, hayatta kalması da suçun sürekliliğine dayanıyorsa artık karnını doyurmak için değil de diğerlerinin yaşadığı hayata ulaşma güdüsüyle çalar.

Bireylerin gelişimini şekillendiren toplumun analizi gerekmektedir. Suçun oluşum koşullarını değiştirmek için çalışmalar yapılmalıdır. Sadece bireysel yaklaşım veya cezalandırmalar olumlu sonuçlar için düşük bir potansiyeldir. Az gelişmiş semtlerde sosyal hizmet kurumlarının, danışmanlık merkezlerinin, anaokullarının, anne-baba-çocuk eğitimlerinin artışı hapishanelere göre daha az maliyetlidir. Kanunlar net bir dil konuşmalı, tutarlı ve caydırıcı olmalıdır. Her vatandaş şiddetin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğini anlamalıdır.

Özellikle Türk gençliğinin probleminin gösterişli hayat özentisi ve ekonomik koşullar olduğu kabul görmüş bir gerçektir. Yaşadıkları hayatı, anne ve babalarını dizilerde gördükleri ya da çevreden algıladıkları hayatlara benzetemeyen gençler o hayatlara ulaşmanın yolunu farklı yerlerde aramakla birlikte tamamen boş vermiş bir hayata da sürüklenebilmektedir. Üzücüdür ki zorluklarla karşılaştığında suça başvuran bir gençliğe sahip olduk. Umarım gelecekte bu sorunlar aşılır. . .

Hastanelerde din adamı dönemi başlıyor!

Sağlık Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında imzalanan protokole göre; inanç değerlerinin, moral ve motivasyondaki yerini ve desteğini hisseden, arayan tüm hastalara ve yakınlarına bu konuda eğitim alan din adamlarınca manevi destek verilecek.

Sağlık,mutlu bir yaşamın vazgeçilmez parçasıdır.Sağlık genel tanımıyla kişinin bedeninde hastalık sakatlık veya hastalık yapıcı bir etkenin bulunmaması durumudur. Diğer yönden sağlık; bedensel iyiliğin yanında ruhsal ve sosyal olarak da tam bir iyilik halidir.

Dünya sağlık örgütü (WHO) sağlığı oluşturan 3 önemli faktörden bahsetmektedir. Bunlar ruhsal sağlık, sosyal sağlık ve beden sağlığıdır. Dünya sağlık örgütüne göre sağlık; ruhsal, bedensel ve sosyal olarak tam bir iyilik olarak tanımlanmaktadır.

Hastanelerde yatarak tedavi gören hastaların dini ihtiyaçlarını karşılamak,onlara moral vermek,ibadetlerini hastalıklarının verdiği imkanlar çerçevesinde yerine getirmelerine yardımcı olmak ve yaşama dirençlerini desteklemek maksadıyla din hizmetleri sunma Batı ülkelerinde 20. yüzyılın başından itibaren geliştirilerek sürdürülen bir uygulamadır. Bu ülkelerde hastalara din ve moral hizmetlerinin sunulması; hastanelerin temel görevleri arasında sayılmış, hastaların ise en tabii hakkı kabul edilmiştir.

Dindar insan, inandığı dinin kendine sunduğu çözümlere en çok hastalık ve ölüm gibi tabii olaylarda ihtiyaç duyar. Bu insanı gerçekten, tarihsel tecrübeler ve Avrupa’da sistemleştirilmiş uygulamalardan hareket edilerek başlatılan hizmetin sürdürüldüğü dönem, birçok tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Tartışmalar, hastaların din hizmetine ihtiyacı ile birlikte din hizmeti için görevlendirilen imamların bir tür dinsel danışmanlık sayılan bu görevi yerine getirebilecek nitelikte olup olmadığı yönünde sürdürülmüştür. Yapılan tartışmalarda, hastanelerde yürütülecek din ve moral hizmetleri, başından beri klasik din hizmeti tanımı içinde değerlendirilmiş, hizmetlerin psikolojik danışma yönü göz önünde bulundurulmamıştır.

Bu uygulamanın temelleri ilk olarak 1995 yılında atılmıştır.Uygulamalardan sonra bu konuda araştırma  yapan Prof.Dr.Nurullah Altaş tarafından elde edilen sonuçlar şu şekilde değerlendirilmiştir;

1.Hastanelerde din ve moral hizmetleri Türkiye uygulaması, yurdumuz insanının ihtiyacını belli ölçüde karşılamış olsa da, gerekli hazırlıklar tamamlanmadan ve düzenlenmeler hukuki zemine oturtulmadan başlatıldığından dolayı bir takım aksamalarla karşılaşılmıştır.

2. Hastanelerde yürütülen din ve moral hizmetleri Türkiye uygulamasında görev alan din görevlileri, gerekli hazırlıklar ve eğitim çalışmaları yapılmadan işe başlanması nedeniyle bu uygulamanın gerektirdiği yeterli bir eğitime sahip değildirler.

3. Din ve moral hizmetlerinin yürütüldüğü hastanelerde görev yapan din görevlilerinin iletişim içinde bulunduğu hastalar, hastane ortamında inançlarına değer verilmesi nedeniyle kendilerine sunulan din ve moral hizmetlerine olumlu yaklaşmışlardır.

4. Türkiye uygulaması sırasında, din ve moral hizmetlerini gözlemleyen sağlık personelini, uygulamaya olumlu yaklaşmışlardır.

5. Din ve moral hizmetlerini gözlemleyen doktorlar, genel olarak olumlu yaklaşım içindedirler.

6. Türkiye’de de ülke şartlarına uygun olarak yürütülecek Hastane Din ve Moral Hizmetleri uygulamasına ihtiyaç bulunmaktadır.

Yeni başlayacak bu uygulamanın başarıya ulaşması için öncelikle bu hizmeti yürütecek din görevlilerine iyi bir eğitim verilmesi gerekmektedir.Görev yapacakları hastanelerde fiziki olarak bir yer tahsisi yapılması da onların daha profesyonel çalışmasını sağlayacaktır.

Yapılan araştırmalar imamın hastalara ölümü hatırlattığı, aksine psikoloğun daha olumlu çağrışımlara sebep olduğunu ortaya koymuştur.Bu görevi yapacak din görevlilerinin sadece dinin bilgiler veren bir imamdan ziyade,psikolog ve imamın ortak özelliklerini taşıyan din görevlisi olması gerekmektedir.

Din ve moral hizmetlerinde amaçlar başlangıçta net olarak tespit edilmelidir. Prof.Dr.Nurullah Altaş tarafından yapılan araştırmaya katılan din görevlilerinin ve hastaların amaç ve önerileri birleştirildiğinde; hastanelerde yürütülecek din ve moral hizmetlerinin amacı şu şekilde belirlenmiştir:

Hastanelerdeki din ve moral hizmetlerinin amacı; hastaların kendi istek ve talepleri çerçevesinde, içinde bulundukları özel  şartlar da göz önünde bulundurularak, inandıkları dinin inanç esaslarıyla ilişki kurmalarını; inandıkları değerler çerçevesinde hastane içinde de yaşamalarını, ibadet ve dua etmelerini; içinde bulundukları konumlara göre gereken dini bilgilere kavuşturulmalarını;ihtiyaç içinde bulunan, çaresiz durumda olanların ihtiyaçlarının giderilmelerini sağlayarak hastalıklarından kaynaklanan problemlerini aşmalarında yardımcı olmak ve psikolojik destek sağlamak, bu suretle de patolojik iyileşmelerine katkıda bulunmaktır.

Sağlık Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ortak olarak yürütülen bu projede ilk uygulamalardaki eksikler giderilmiş,hukuki zemin hazırlanmış ve görevlilerin eğitimi için gerekli tedbirler alınmış ise moral ve motivasyon ihtiyacı olan hastalara büyük faydası olacağını düşünüyorum.

Huzurevi:huzur mu, terk edilmek mi?

Bodrum ilçesindeki evinde yaşamını sürdüren Müzeyyen Senar’ın sağlık durumunun yaşlılığa bağlı nedenlerden dolayı ağırlaşması üzerine ailesi tarafından daha iyi şartlarda bakımının yapılacağı bir merkeze sevk edilmesine karar verildi. Senar, evinden özel bir ambulansla alınarak, kızı Feraye Işıl tarafından İzmir’in Urla ilçesindeki Darüşşafaka Yaşlı Bakımevine götürüldü.

Müzeyyen Senar; kendine has ses rengi, üslup özeni,görev ciddiyeti ve sorumluluk anlayışıyla, gerçek anlamda bir usta ve örnek alınacak seçkin ve saygın bir sanatçıdır.Uzun süredir tedavi görüyordu…Ama bugün gazetelerde bu haberi okuyunca üzüldüm,sanıyorum sizler de benimle aynı duyguları paylaşıyorsunuz.Biz toplum olarak huzurevi,bakımevi sözcüklerine alışamadık.İnsanın içi burkuluyor…huzurevinin bize ilk çağrıştırdığı huzur değil, terk edilmek çünkü.

Unutturamaz seni hiçbir şey, unutulsam da ben

Her yerde sen, her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem?

Bir sisli hazân kesilir rûhum eğer görmesem

Neş’em de sen, hüznüm de sen, bilmem ki nasıl söylesem?

Yaşlandıkça hayat kalitesi azalıyor,doğru.Çocuklarına yük olmak istemeyen ama bakıma muhtaç yaşlılarımız için ne yapmalı? Bu sorunun tek bir cevabı yok.Yargılamak kimsenin haddine değil,çünkü herkesin kendine göre bir doğrusu var.Çocuklarını tanımıyoruz,neler yaşadılar bilmiyoruz.Kültürel olarak biz birlikte yaşamayı,birlikte yaşlanmayı seven yapıdayız.

Yaşlanınca bazı insanlar özel bakıcıya gereksinim duyar.Temel ihtiyaçların giderilmesi bir müddet sonra çocukları tarafından yürütülemez hale gelir ve bu işi profesyonelce yapacak bir bakıcı tutulması gerekir.Eviniz,ekonomik durumunuz ve zamanınız bunu yapmaya yetmediği takdirde geriye tek bir seçenek kalıyor;huzurevine götürmek.Sayın Müzeyyen Senar’ın da bu kategoriye girdiğini düşünüyorum.Çünkü uzun zamandır kızı tarafından evinde bakılıyordu zaten.Eğer başından atmak gibi bir niyeti olsaydı,hastalığının en başından itibaren bugünlere kadar beklemezdi…

Kendisine acil şifalar diliyorum.Ama bugün bu haber vesilesiyle anne babalarına sabır ve saygı gösteremeyen,nankör ve vefasızlara birkaç sözüm var.Anne onca gece uykusuz kalmıştır, yememiş içmemiş çocuğunu büyütmüştür.Baba para kazanmak için gecesini gündüzüne katmıştır, ama nankör evlat tarafından bir kenara atılmışlardır.Annesine babasına bakmayan insan, iki dünyada da gün yüzü görmez.Acıdır, yazıktır. Aynısını çocukları da kendilerine yapacaktır.

Bir gün huzurevine götürüleceğini anlayan bir dede ona dikilen sepetliği görünce ağlamaya başlar. Torunu yanına gelir ve babasının neden o sepeti ördüğünü anlamaya çalışınca dedesi vakur bir duruşla babasına isyan etmemesi için ona ait olmadığını söyler. Fakat torunu dedesini, anne ve babasının istemediğini anlamıştır. Zaman gelir, yıllar geçer ve babası yaşlılık merdivenine adımını dayayınca çocuk eline aldığı bir odun toynağını dövmeğe başlayınca babası çocuğuna onun ne olduğunu sorar.Çocuğun verdiği cevap asırlara nakşedilecek bir ibretlik olayın kapılarını açar: Ey babacığım.Sen zamanında dedemi huzurevine götürmek için bu sepetliği yapmıştın ya ..işte ben de seni bırakmak için bu sepeti örmeğe başladım’’ diye cevap verir.

Siz dünyaya geldiğinizde havalara uçan bu kişiler, elinden geldiğince canından ciğerinden parça olan çocuklarının her isteğini yerine getirmeye çalışırlar.Size kızsalar bile gönülleri her zaman yanınızdadır,kızgınlıkları bile çok sürmez,çünkü onlar sizi çok seviyorlardır.

Sonra onlar yaşlanınca hatta kendilerine bakamayacak duruma geldiklerinde,aynı sizin bebekken ki haliniz gibi olduklarında,onlardan rahatsız olmanız,bakımlarını üstlenmenin zor gelmesi ne kadar içler acısı bir durum.

Oturup sakin bir kafayla düşündüğünüzde yıllarca size göz bebeği gibi bakmış kişileri el gibi görmek ne demektir, hiç aklınız kabul ediyor mu bunu.Ya vicdanınız,başınızı yastığa koyduğunuz an rahat mı.Eğer rahatsa diyecek bir şeyim yok.Anne ve babanız onlara bakmasanız da sizi sevmeye devam edeceklerdir eminim.

Çocuklarının yaptığı her hatayı kabul ettikleri gibi bunları da kabul ederler, yalnız kaldıklarında da yine size hak verirler, haklarını nasıl ödeyeceğiz bir düşünün!

Bakım hizmetinin kalitesi, yaşlının yaşam kalitesini arttırır.Toplumsal yaşamın tehdidi altında savunmasız kalan yaşlıların korunması, kollanması, bakılması ve desteklenmesi gerekmektedir.Bu amaca ulaşmak için geliştirilen “toplum temelli bakım” ve “yerinde yaşlanma” kavramlarının ortak yönü ; yaşlının çevresiyle ilişkisini güçlendirmek, yaşamını alıştığı ortamda sürdürebilmesi için gereksinimlerini karşılamak, toplumsal yaşama dahil olması için çaba harcamak ve tıbbi bakımını desteklemektir.Tüm dünyada  yaşlı bakımının toplum olanaklarıyla desteklenmesi için farklı seçenekler olsa da;en yaygın olanı evde bakımdır.

Teknolojiyle birlikte bireyselci hayat tarzını benimseyen insanlar artık hayatlarını özelleştirmek istiyor ve mutluluklarını sınırlandırarak tercihlerini yalnızlıktan yana kullanıyor.Zaten bunca kalabalığa rağmen artan yalnızlığını bir mum ışığında renklendirmek gibi romantizm esirlerinin hayatlarını taklit ediyoruz.Gittikçe küçülen sınırlarımız içinde iki yaşlının nefesini hissetmek bile istemiyoruz sanki.

Halbuki her insan hayatını ve emeğini adadığı en büyük yatırım olan evlatlarının mutluluğunu paylaşmak ister.Yaşlı bir çiftin en büyük mutluluğu kendi evlatlarının mutluluklarını izlemektir,bu bile yeter onlara.

Huzurevinde bir anne düşünün, pencere önünde bekler evladını bir kez geçse de görsem diye yüzünü… Pencerenin en hüzünlü yüzü sonsuz bir bekleyiştir onun için, belki de en acı tarifi ile gelmeyeceklerini bile bile ölümüne bir bekleyiştir. Bekleyen olmak böyle bir şeydir, sanki gelir geçer de pencereden, göremem kaçırırım diyerek kendini kapının önüne atıp, gözlerini pusuya yatırıp, adasına gelemeyecek kaptanını beklemek gibi.

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in dediği gibi;Kampanya içinde bir kampanya daha başlatalım. Kampanyamızın başlığı şu olsun ‘Ey Türk milleti gelin her evi huzurevi yapalım’. Çünkü içinde yaşlısı ihtiyarı olmayan, içinde annesi babası olmayan, içinde dedesi ninesi olmayan bir ev huzurlu ev olmaz.

Huzurevinde umut ve özlemle bir ziyaret bekleyen binlerce yaşlı insan var.Bana kalırsa ölmeden önce mutlaka bir huzurevine gidin,hayatın sonunu görmüş olursunuz.Ne kadar sevinirler bilemezsiniz,sizden bir şey beklemezler.Sadece hatırlarını sorun,onunla mutlu olurlar.Hepsinin acı bir hikayesi vardır,uzaktan göründüğü gibi değil bu iş.

Bir Çift Yürek

Hayat bazen çok acımasızdır, aksilikler üst üste gelir. Öyle bir an gelir ki ne elleriniz bağlıdır, ne de ağzınıza bir şey tıkanmıştır ama boğazınız düğümlenir, kendinizi bilinmezliğe doğru yapılan zorunlu bir yürüyüşte kurban seçilen bir tutsak gibi hissedersiniz.

Gücünüzün, tepkilerinizin ve inançlarınızın nedenini anlayamadığınız bir biçimde sürekli gözlem altında tutulduğunu ve incelendiğini düşünür, sanki bir sınavdan geçirildiğinizi hissedersiniz. Size yeniden yaşam enerjisi verecek bir mucize beklersiniz.

İşte tam da bu şekilde duygular hissettiğim bir anda Marlo Morgan’ın Bir Çift Yürek kitabıyla tanıştım. Yazarın Avustralya yerlisi aborjinlerle geçirdiği 120 günü anlattığı kitap içinde bulunduğum durumdan çıkıp nefes almamı sağladığı gibi geçmişle yüzleşmemi ve geleceğe dair umutlarımı korumamı sağladı.

Yanlışlıklar ve başarısız seçimler yapmış bile olsam, yaşamımın geride kalan günlerine dönüp bakma düşüncesi benim de hoşuma giderdi;varoluşumun bazı seviyelerinde elimden gelenin en iyisi oydu diye düşünürdüm. Ama uzun vadede bu seçimlerin beni bir adım ileriye taşıdıklarını ortaya çıkarmıştı. Kendimizi bağışlamayı, yargılamamayı, ama geçmişten ders almayı, kabul etmeyi, içten olmayı ve kendimizi sevmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Bazen evrende her şeyin bir varoluş nedeni olduğuna inanıyorum. Her şeyin bir amacı vardır. Hiç bir şey rastlantısal, anlamsız ya da yanlış değildir.

Bazı durumlarda teslim olmak gerçekten de en yararlı çözüm olabilir. Geçmişte kim bilir ne çok konunun gerçek var oluş nedenini araştırmadan, zor veya olumsuz olduğundan yakınmışsınızdır.

Bir kişinin kendinde değişiklik yapabilmesinin tek yolu bunun kararını kendi başına vermesidir ve herkes kendi kişiliğinde her türlü değişikliği yapma gücüne sahiptir. Hekimler yabancı parçaları çıkartarak, kimyasal maddeler vererek ve kırılan kemikleri yerine oturtarak bedene yardımcı olabilirler ama bu bedenin iyileşeceği anlamına gelmez. Herkesin şifacısı kendi içindedir.

Başkalarına ve başka düşüncelere hiç tahammülümüzün kalmadığı bu çağda yerlilerin bizim yaşam biçimimizle ilgili düşünceleri çok dikkat çekiciydi;Sizlerin yaşam biçimininizi anlamıyor, onaylamıyor ve kabullenmiyoruz ama yargılamıyoruz da. Bizler sizi onurlandırıyoruz, çünkü geçmişte vermiş olduğunuz kararlar ve şu anda sahip olduğunuz özgür iradeniz nedeniyle olmanız gereken yerde bulunuyorsunuz. Şimdi durma, düşünme, tanrısal birlik ve tüm yaşam ilişkimizi gözden geçirme zamanıdır. Kan ve kemik bütün insanlarda bulunur. Farklı olan yürek ve niyettir. Sen birinin canını acıtırsan kendi canını acıtırsın, birine yardım edersen kendine yardım edersin.

Biz her şeyden önce paylaşmayı ve birbirimizi anlamayı ve sevmeyi öğrenmeliyiz. Ama bu okullarda öğretilmiyor. Sözgelimi iki yaşındaki bir çocuk ötekinin bir oyuncakla oynadığını görür ve onu elinden almaya niyetlenirse, büyüklerin bu durumu onaylamayan bakışlarını üzerinde hisseder. Bu durumda başkasının malını izinsiz sahiplenme arzusunun bilindiğini ve onaylanmadığını anlar. İkinci çocuk ise paylaşmayı ve nesneleri sahiplenmemesi gerektiğini öğrenir. Bu çocuk oyuncakla oynamış ve eğlencenin anısını belleğine kazımıştır. Böylece öğrenmiştir ki, arzulanan şey mutluluğun heyecanıdır, nesnenin kendi değil.

Mutluluk paylaşarak çoğalır. Bazen küçük şeylerden aldığımız zevkleri mutluluğa dönüştürebilmeliyiz. Bir gecelik uykuyla yenilenmenin, bir yudum suyla susuzluğu gidermenin ve tatlıdan acıya uzanan lezzetlerle doymanın tadını çıkarmaya başlamalıyız. Bu noktada yazarın geçmiş hayatı ile ilgili yaptığı tespit hepimizin düşüncelerine tercüman olacak nitelikteydi;bütün ömrüm boyunca güvenli bir iş edinmem, enflasyona karşı korunmam, bir mülk satın almam ve emekliliğim için para biriktirmem gerekliliği anlatılmıştı. Burada bizim sosyal güvencemiz asla düzeni bozmadan doğup batan güneşti. Benim standartlarıma göre dünyanın en korunmasız ırkı ne ülserden, ne yüksek tansiyondan, ne de kalp hastalıklarından yakınıyordu.

İncelemek, öğrenmek ve olanlardan ders alarak bilgelik kazanmak iyidir. Minnet duymak, kutsamak ve huzur içinde yürüyüp gitmek iyidir.

Yeryüzündeki herkesi doyurmaya yetecek teknolojiye sahip olduğumuz gibi, istersek tüm insanların kendilerini ifade edebilmelerini ve barınabilecekleri yerlere sahip olmalarını sağlayabilirdik.

Kitaptan Alıntılar

Yalnızca son ağaç kesildikten, son ırmak zehirlendikten, son balık yakalandıktan sonra. . . Ancak ondan sonra paranın yenemeyeceğini anlayacaksınız.

Kan ve kemik tüm insanlar bulunur. Farklı olan yürek ve niyettir.

Soluk almak canlı olmayı belirlemez. Bu, öteki insanlara hangi bedenin gömülüp hangisinin gömülmeyeceğini göstermeye yarar, o kadar!

Yaprak parçaları gibi insanlar da birbirinden ayrı parçalar gibi görünürler, oysa biz hepimiz bir bütünüz. . .

Birlik özdür , yaratıcılıktır , saflıktır , sevgidir , enerjidir ve sınırsızdır. İnsan yaratılmıştır ama bedeni sadece bir sonsuzluk parçasını barındırmaya yarar. Ruhlar saf sevgi ve barışla doludurlar , bu gezegen bizlere heyecanlarımızı sınamamız için .

İnsanın kendi çevresinde dönmesi özellikle yararlı idi. Sorun, önce zihne nakşediliyor, sonra da döndükçe yeniden ve yeniden soruluyordu. Aborjinlerin açıklamasına göre olduğu yerde dönmek, insanın içinde bulunan yedi enerji girdabının dönüşünü de hızlandırıyordu: sadece kollarımı iki yana açmalı hiç durmadan kendi etrafımda sağa dönmeliydim.

” Gerçek İnsanlar ( aborjinler ) sesin varoluş nedeni olarak konuşmayı görmezler. Konuşmak yürek ve akılla yapılır. Ses konuşma amacı ile kullanıldığı zaman ortaya çıkan boş sözlerdir , ruhsal içerikli olamazlar. ”

Yaşamının örümcek ağını ören insan kendi değildir . O ağda sadece bir teldir.   Bu ağa yaptığı her katkıyı , aslında kendi kendine yapmıştır.

Karşımızdaki insan bizim yansımamızdır. Onda gördüğümüz iyi nitelikler bizde de olan ve daha gelişmesini istediklerimizdir. Hoşlanmadığımız tavırları da bizim üzerinde durmamız gereken yönlerimizdir. Kendi varlığımızda aynı gücü ya da güçsüzlüğü hissetmezsek karşıdaki kişinin iyi veya kötü niteliklerini yargılamamız olanaksızdır. Fark eden sadece öz disiplin ve öz ifadelendirme derecesidir.

Savaşta ahlak yoktur, ” dediler. “Ama yamyamlar asla bir günde yiyebileceklerinden fazlasını öldürmezler. Sizin savaşlarınızda, birkaç dakika içinde binlerce kişi ölüyor.

Hayatının yenilenmesini mi istiyorsun? Önce nasıl olmasını istediğini hayal et ve hayatını o yöne doğru harekete geçir. Hayal ettiğin bu hayatla ahenk içinde olmayan her düşünceni, kelimeni ve davranışını gözden geçir ve onlardan uzaklaş.

#marlo-morgan

İnanmak Başarmanın Yarısıdır

Bir şeyin imkânsız olduğuna inanırsanız, aklınız beyniniz bunun neden imkânsız olduğunu size ispatlamak üzere çalışmaya baslar.Ama bir şeyi yapabileceğinize inandığınızda, gerçekten inandığınızda, aklınız yapmak üzere çözümler bulma konusunda size yardim etmek için çalışmaya baslar.

Dr. David J. Schwartz

İnançlar, içimizin derinliklerindeki kaynaklara ulaşmamıza yardımcı olurlar ve bu kaynakları istediğimiz sonuçları destekleyecek şekilde yönlendirirler. Gerçekte insan davranışlarını yönlendiren kuvvetler arasında, inançtan daha güçlüsü yoktur. Özünde insanlık tarihi, insan inancının tarihidir.

İnanç;nesneleri ve olayları aklın nasıl hissedeceğini ve nasıl düşüneceğini yönlendirme biçimidir. İnanç, kararlılık ve belirginlik hissidir. Bir şeyin ne kadar belirgin (aşikâr) olduğunu hissedersek ona olan inancımız o kadar fazla olur.

Her şey istemekle başlar, istemek hayatımızın anahtarıdır. Şüphesiz ki, inanmadan başarı gelmez. her şeyden önce kişinin başarabileceğine olan inanması, kısaca kendine güvenmesi gerekir.Özsaygı ve kendine güven, disiplinli çalışmanın meyvesidir.

Asla unutmayın efsaneleri efsane yapan, akılda kalmalarını sağlayan şey hikayeleridir. Bizim hikayemiz çoktan yazılmaya başlandı, hikayenize inanın.Hedeflerinize ulaşabilmeniz, uğruna ne kadar fedakarlık yapabildiğinize bağlıdır.Tıpkı sevgi ve dostluk gibi hak etmeden ona ulaşamazsınız.

Başarıya giden yol azim ve inanmaktan geçer. Başaracağım demek, başarabilmenin yarısıdır. Bir işi yapamam diyen insanların o işi gerçekten yapamadığına defalarca tanık olmuşuzdur.Her koşulda yapılabilecek iyi bir şeyin olduğuna inanın. Her sorunun bir çözümü vardır. Biri yoksa, öbürüne de sahip olamazsınız. Öyleyse, niçin sorunlarımızdan nefret ettiğimizi söyleriz? Niçin mücadelesiz bir hayat isteğini ileri süreriz.

Başarı için çalışmak, çalışmak için de inanmak şarttır.Başarılı tüm iş ve politik organizasyonların ardında da başarıya olan inanç yatar. Başarıya inanmak, başarılı insanlarda bulunan tek temel ve mutlak özelliktir. İnanmamak olumsuz bir güçtür.

Akıl inanmadığında veya tereddütte düştüğünde bu inançsızlığı destekleyici sebepleri çekmeye başlar. Başarabileceğine inanan kişi; fikirler üretir, mazeret değil. Çözümler sunar, problem değil. Nasıl yapacağını düşünür, niçin yapamayacağını değil. O şartların oluşmasını beklemez, şartları oluşturmaya çalışır. Fırsatları engel gibi değil, engelleri fırsat gibi görür. İnanın, gerçekten başarabileceğinize inanın, başarabilirsiniz ve başaracaksınız.

İnanmak; ruhu, bütün gücüyle herhangi bir duruma kanalize etmektir. İnsan ruhu, hedefe varmak için bedenle bütünlük sağlamak zorundadır. Çünkü ruh ile beden birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Ruhun olurunu almadan (inanmadan) girişeceğimiz her eylem, bedenimizle çatışacaktır.

Örneğin sigarayı bırakmak herkesin yapabileceği bir şey, imkansız gibi düşünülecek zor bir iş değil, istedikten sonra mutlaka başarılır.Sadece sigarayı bırakmaya gönüllü, hevesli olmak gerekiyor. Sigarada fiziksel bağımlılık ve psikolojik bağımlılık var.Fiziksel bağımlılık tedavi edilebilir. Hastalar bu konuda çok hazırlıklı değilse, psikolojik bağımlılık yani alışkanlık seviyesinde sorunları varsa, bu tedavi maalesef yeterli olmaz. Sadece ilaç alarak sigaradan kurtulmayı düşünüyorsanız maalesef yanılırsınız. Verilen ilaç tedavileri, tansiyon ve şeker ilacı gibi ömür boyu kullanılacak ilaçlar değildir. Belli bir süre kullanıldıktan sonra bırakılması gerekir ama bu süreç içinde hasta kendi alışkanlık ve bağımlılık farkındalığını sağlarsa devamını getirebilir.

Bilinçaltına gönderdiğimiz olumlu ya da olumsuz mesajlar beyinde anlamlandırılır ve bu duruma göre beyin konumu belirler.Gönderdiğimiz mesajlar yüksek inanılırlık seviyesine sahipse beynimiz bunu önemseyecek ve gerekeni yapacaktır.

İnançla ilgili önemli bir husus da şudur: Olumlu düşünce ve hisler, hayatımızdaki başarıların sonuçları değil, başarıların sebebidir.Eğer ne düşüneceğinizi şansa bırakırsanız kendi zihnimiz üzerindeki denetim gücümüzü büyük ölçüde yitirirsiniz. İnanırsanız bir dağı yerinden oynatabilirsiniz. İnanmanın gücünde inancın gücünden başka büyü ya da mistik bir anlam yoktur.

Büyük yarışmalarda, olimpiyatlarda kırılan rekorlar (başarılar) sonuçtur. Bunların sebebi de olumlu düşüncedir. Olimpiyat sporcuları önce içlerindeki “inançsızlık engelini” kırarlar. Daha önce aşılan rekorların aşılamayacağı inancını yok ederler. Eğer bu inanç yok edilmez, daha iyisini başarırım inancı olmazsa yeni rekorların kırıldığını asla göremeyiz. Eğer biz sınır koymazsak imkân dahilinde olan her şey başarılabilir. Olabilecek bir şeye, imkânsız hükmünü biz koyuyoruz. Oysa imkansızlık, basit bir ifadeyle, olumlu inancın yokluğu olarak tarif edilebilir.

Eğer inancın başarımıza katkı sağlamasını istiyorsak, bir işi yapmadan önce sanki o iş gerçekleşmiş gibi inanmalıyız.Yani başarı gelmeden önce inanmak gerekir. Başardıktan sonra inanmak doğal bir süreçtir; çünkü önünüzde somut bir durum vardır. Bu tür inanmanın sonuç açısından bize herhangi bir katkısı yoktur. Önemli olan sonuç ortaya çıkmadan önce inanmaktır. Kişi kendi düşüncelerinin ürünüdür. Büyük düşünün. Başarınızı, başaracağınıza olan dürüst ve saygılı inançla, atak bir biçimde başlatın. Büyük düşünün ve büyük gelişin.

Büyük düşünün. Başarının büyüklüğü inancınızın büyüklüğüyle belirlenir. Küçük hedefler düşünüyorsanız küçük başarılar bekleyin. Büyük hedefler düşünürseniz büyük başarılar kazanırsınız. Şunu da unutmayın, büyük fikir ve planlar çoğu zaman küçük fikir ve planlardan daha kolaydır daha zor olmadıkları kesindir.

San Francisco Körfezi’ndeki bir okulda, okul müdürü üç öğretmeni çağırıp şöyle demiş:

“Siz üç öğretmen, sistemde en iyi ve en uzman kişiler olduğunuz için, doksan tane seçkin üstün zekalı öğrenciyi size vereceğiz. Bu öğrencilerin gelecek yıl da hızlarını korumalarını sağlamanızı ve çok şey öğrenmelerini bekliyoruz.”

Üç öğretmen, öğrenciler ve öğrencilerin anne ve babası bunun çok iyi bir fikir olduğunu düşünmüşler. O okul dönemi, hepsinin özellikle hoşuna gitmişti. Okul bittiği zaman öğrenciler bütün San Francisco Körfezi’ndeki diğer öğrencilere göre yüzde 20–30 daha başarılıydı.

Yıl sonu geldiğinde müdür üç öğretmeni çağırıp onlara:

“Bir itirafta bulunmak istiyorum. En zeki öğrencilerin 90’ı sizde değildi. Onlar ortalamanın biraz üstünde öğrencilerdi. 90 öğrenciyi sistemden tesadüfen seçtik.”

Öğretmenler, doğal olarak öğrencilerde görülen başarının kendi istisnai öğretme becerilerine bağlanması gerektiği sonucuna vardı.

“Bir itirafım daha var.” dedi müdür: “Siz de en parlak öğretmenler değilsiniz. İsimlerinizi bir şapkanın içine doldurduğum kâğıtların arasından rastgele seçtim. Siz, inandığınız için başarılı oldunuz…”

Bizim kendimize olan inancımız çevremizin bize olan yardım derecesini de belirler. Biz kendimize ne kadar inanıyorsak çevremizdeki insanlar da bize o oranda inanır.

Kendini yetersiz gören insan tereddüt içinde beklerken, girişimci insan hata yapmaktan korkmadığından daha üstün hale gelir.İçimizde öyle bir umut taşımalıyız ki, onu bizden kimse alamasın.

Unutmayın çok karamsar ve umutsuz olduğunuz zamanlarda bile, yapılabilecek iyi bir şey mutlaka vardır.Ölümden başka her şeyin mutlaka bir çaresi vardır.Uzun zamandır gerçekleşmesini istediğiniz bir şey birden olur ve inanılmaz bir şekilde gelişmeler ardı ardına gelir.

Öncelikle bir hedef belirleyin. Bu hedefe ulaşacağınıza inanın, “başarısızlık” düşüncesini aklınızdan çıkarın. Başarısızlık yoktur, sonuçlar vardır. Kontrolü elinize alın, başkasının eline vermeyin.İnancınız arttıkça daha azimli hale gelirsiniz ve o yönde başarınız, veriminiz de doğru orantıda artar.Aşk ve şevkle istediğiniz şeylerin bir gün olacağına inanın ve kararlı olun.

Elbette kuru bir inanç başarılı olmak için yeterli değildir. Dil, “Ben yapabilirim.” derken içinizden bir ses; “Hadi canım sen de!” dememelidir. İnsan her şeyiyle başarabileceğine inanmalıdır.

İnanmak sihirli bir değnek değildir. İnanmak, bir kıvılcım; bir ateşlemedir. Uzaya fırlatılmak üzere bir roket düşünün. Onu fırlatmak için önce roketi ateşlemelisiniz. Sadece ateşlemekle roketi uçuramazsınız, ama ateşlemeden de uçuramazsınız.İşte inanç da harekete geçmeniz için sizi ateşleyen bir kıvılcımdır. “Evet, başarmak için inanmalısınız.”

Dünyadaki her şeyi doğru biçimde, yeterli inandırıcılıkla ve kendinizi vererek isterseniz, elde edebilirsiniz. Bazı şeylerin elde edilmesi, fazla inanç ve enerji gerektirebilir; çok çalışarak onları elde edebilirsiniz. Başarılı insanlar, başarısızlığı görmezler, ona inanmazlar, onu düşünmezler.

Anthony Robbins

#basarmak, #inanmak

Yalan Dünya

Yalan söylemek bir hayatı gizlemek amacıyla gerçeğe uygun olmayan bir girişimde bulunmaktır. Sosyal bir davranış olan yalanın amacı, başkalarını yanıltmaktır. İnsanlar yalancı doğmazlar ama yalan söylemenin öğrenildiği bir gelişim süreci yaşarlar.

Yalan söylemek, kendini sevmemenin belirtisidir. Kendinden hoşnut olmayan, kendine güvenmeyen, kendini sevmeyenlerin sığındığı ve sürekli tedirgin olduğu bir liman.

Yalan alışkanlığı da tıpkı alkol ve uyuşturucu madde gibi küçük kullanımlar şeklinde başlar ve sorunlar arttıkça da şiddetlenir. Kişi artık hemen hemen her zaman günün herhangi saatinde yalan söylerken bulur kendisini.

Yalan doğası gereği her zaman olmasa dahi er ya da geç kendini gerçekliğini ortaya koyar. Bu durum beraberinde sosyal bir takım sorunları da getirir, kişi artık yalancı çoban hikâyesinde olduğu gibi çevresi tarafından tüm davranışları ve sözleri kuşku ile takip edilen biri haline gelir.

Yalanla ilgili önemli gerçeklerden biri de en iyi yalancıların öncelikle kendilerini kandırabilen insanlar olmasıdır. Kişi kendi söylediği yalanlara inanmayı başarıyor ve bunu bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yapıyorsa artık söylediği yalanlar başkaları tarafından doğruymuş gibi algılanır.

Neden yalan söyleriz?

Yalan benliğimizin vazgeçilmezi. O kadar ki, konuşmayı öğrendiğimiz an yalan söylemeye başlıyoruz ve ölüm döşeğine kadar sürdürüyoruz. Peki neden?

Ahlak geleneğince yalan, olmaması gereken durum ya da olumsuz bir kavram olarak tanımlansa da yalan kavramının görünenden daha karmaşık birçok farklı boyutu ve nedenleri vardır. Yalan, psikolojik, sosyolojik ve biyolojik nedenler sonucunda ortaya çıkar.

1. Acıyı Erteleme İhtiyacı: İnsanoğlunun temel olarak yaşantısı acı ve haz dengeleri üzerine kuruludur. Bu nedenler kişiler çoğunlukla acıdan kaçma ya da erteleme ihtiyacı duyarlar.

2. Anlaşılmama Kaygısı: Anlaşılma söz konusu olduğunda karşımıza Empati kavramı çıkmaktadır. Kişi başkaları tarafından anlaşılmadığı hissine kapılırsa kendini olduğundan farklı göstermek için yalana başvurabilir.

3. Özgüven Eksikliği: Kendimize olan güvenimizin tehdit altında olduğunu hissettiğimiz an daha karmaşık yalanlar kurmaya başlıyoruz.

4. Kişilik Bozuklukları: Kişide bağımlı, sınırda, narsistik vb. kişilik bozuklukları olduğu durumlarda önüne geçemediği bir şekilde türlü nedenlerle yalan söyler.

5. Sosyal Ortam: Feldman insanların yalan söylemelerini reflekse benzetiyor. Yalan söylemenin günümüz toplumunda normal iletişimin bir parçası olarak algılandığını belirtiyor

6. Sosyolojik nedenler: Konuya sosyolojik olarak baktığımızda sosyal kabullerin, ahlakın, gelenek ve göreneklerin ve töre gibi kavramların insanı yalan söylemeye zorunlu kıldığını söyleyebiliriz. Ve tam aksi şekilde yalan da sosyal olguları ortaya çıkarabilir. Kişinin yakın çevresinde yalan söyleyen model alabileceği ebeveyn, akraba, öğretmen ya da arkadaşlarının olması durumunda yalan söyleme alışkanlığı kazanması kaçınılmazdır.

7. Suçluluk Duygusu: Kişi yaptıkları ya da yaşadıkları ile ilgili olarak duyduğu suçluluğu bastırmak amaçlı yalan söyler. Burada adı geçen suçluluk bir özsuçluluk duygusudur ve kişi çoğunlukla söylediği yalana kendisini de inandırma eğilimindedir.

8. Psikolojik korku: Bireylerin zarar görmek, cezalandırılmak, kabul görememek veya kaybetmek gibi korkularının olduğunu görürüz. Psikolojik olarak korku, yalan için en önemli nedenlerdendir.

9. Sosyal keyif için: Günlük hayatın akışında birçok insan sohbetleri renklendirmek için yalan söylüyor. Olayları olduğundan abartılı anlatmak bu kategoriye dâhil. Ünlü yazar Oscar Wilde’a göre, “Yalan söylemek gerçek hayatın katlanılmaz sıkıcılığından kurtulmak için hoş bir kaçış yolu. ”

10. Beyaz yalanlar: Hakikati söylememenin, sıkıntıların çözümü olacağı durumlarda yalana başvuruyoruz. Gerçeği aktarmamak başımıza büyük sorunlar açmayacaksa ve genel iyiliğe katkıda bulunacaksa yalan tercih edilen bir alternatif. Beyaz yalan; ama unutmamalı ki, en kolay kirlenen renk beyazdır.

11. Kompülsif motif: Zararsız yalancılardan ayrılan kompülsifler, düzenli olarak ve sebepsiz yere yalan söyleyen insanlardır. Bağımlı oldukları için yalan söylerler; onlar için yalan bir takıntı haline gelmiştir ancak yalanları kendilerinden başka kimseye zarar vermez.

12. Konfabülasyon olanlar: Kronik konfabülasyon, beyni hasar görmüş kişilerin hafıza sorunu olarak hatıralarını çarpıtması ya da yanlış yorumlamasıdır. Konfabülasyon yapan hastalar durumlarından habersizdir ve samimidirler. Yalanları onların içinde yaşadığı dünyaya dönüşür.

13. Patolojik sebepler: Yalan söylemeyi takıntı haline getiren patolojik yalancılar, kontrol etme anlamında kompülsif yalancılardan ayrılır. Başka bir kategoride yer almalarının sebebi, fayda elde etmek için yalan söylemeleridir.

14. Rol kesenler: Hayali hikâyeler uydurmak ve diğerlerini buna inandırmak yaratıcı bir performanstır. Düş kurmadan alınan keyfin azaldığı yetişkinler dünyasında, çocukluğun büyülü gerçekçiliğini yaşatma arzusudur. Marlon Brando’ya göre ancak “Yalan söyleyebiliyorsanız, rol yapabilirsiniz”.

Yalanın önlenmesi

Önce çocuklardan başlamalıyız, neden?

Hiç bir ebeveyn çocuğunu yalan öğrensin diye yetiştirmez ama farkında olmadan çocuğun ruhsal binasını inşa ederken, biz büyüklerin “beyaz yalan” diye baktığı davranışlar çocuğun ruhsal binasına yalan harcını ekleyiverir. Sonrasında çocuk yalan söylediğinde ona bunu katiyetle yasaklama çabalarımız başarısız olur. Çocuğa güvenmek, onu her hatasında cezalandırmamak, karşılıklı güven hislerini geliştirmek suretiyle yalanlardan korunmak mümkündür. Yalanın önlenmesinde titizlikle uyulması gereken kurallar şu şekildedir:

1. Yetişkinler örnek olmalıdır. Eğer anne baba başkalarına yalan söyleyecek olursa, çocuğun dürüstlüğün önemini anlaması çok güç olacaktır.

2. Aşırı tepki göstermemek gerekir. Aşırı tepki göstermek, çocuğun sizin öfkenizden korunmak için, yalan söylemeye devam etmesine yol açar.

3. Çocuklardan başaramayacakları şeyler beklememelidir.

4. Fazla baskıdan kaçınmalı ve koyduğumuz kurallarla çocuğun yaşamını fazla sınırlamamalıyız.

5. Çocuğu yetişkinler araç olarak kullanmamalıdır. Ör; anne ya da babanın çocuğa yalan söyletmesi.

6. Gizli polis gibi çocuğu sorgulamamalı: Ör; “Doğru söylersen ceza vermeyeceğim” dedikten sonra, çocuk doğruyu söyleyince “biliyordum” diyerek tepki vermek ya da dayak, çocukta yalanı pekiştirir.

7. Çocuğun diğer çocuklarla kıyaslanmaması gerekir.

8. Ana-baba-çocuk iletişiminin olumlu olması gerekir. Çocuğu dinlemek ve çözüm yollarını kendisinin bulmasına yardımcı olmak gerekir.

9. Yalan söylediği için çocuğu suçlamamak gerekir. “Yalancı” etiketi yapıştırılmış olan bir çocuk, bu etiketin gereklerini yerine getirecektir.

10. Doğrudan emin olmak için kontrol edin. Çocuğa “Ödevin bitti mi?” diye sormak yerine “ödevini görmek istiyorum” deyin.

Yalan bir semptom, bir belirti ya da dışa vurumdur. Bu nedenle yalan söyleyenin nedenlerine baktığımız kadar yalan söyleme şekline de bakmamızda yarar vardır.

Sonuç olarak yalan, nedenleri kadar sonuçlarıyla da bizi etkileyen bir unsurdur. Bu unsurdan en az yarayı almak için düşünerek konuşmak ve en önemlisi yalan söylemek için gerçekten iyi bir sebebe sahip olup olmadığını düşünmek gereklidir

Eskiden yalan söyleyen toplum dışına itilirdi sessizce, derinden. Yalan söyleyenin yanakları domates gibi kızarır ve sesi titrerdi. Yalan söylemek onursuzluktu.Ne oldu, nasıl ve ne zaman oldu da toplum kendine bir beyaz yalan cübbesi uyduruverdi?

Doğru söylediğin zaman kimse inanmayacak. İşte, yalan söylemenin cezası budur.