Gün geçmiyor ki gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında ve diğer tüm iletişim araçlarında, kadınlara yönelik tacizden, istismardan, eziyetten, psikolojik baskıdan, hakaretten tutun da, tekme tokada hatta öldürmeye varan bir şiddet davranışının haberine rastlamayalım.
Hiç de hoş ve kabul edilebilir olmayan bu durum yalnızca bizde değil, bütün dünyada üzerinde ciddiyetle durulması gereken sosyal bir olgudur. Birleşmiş Milletler kadına şiddet konusunu, “Cinsiyete dayalı ve kadınlarda fiziksel, cinsel, psikolojik herhangi bir zarar ve üzüntü sonucu doğuran veya bu sonucu doğurmaya yönelik özel yaşamda ya da kamu yaşamında gerçekleşebilen her türlü davranış, tehdit, baskı veya özgürlüğün keyfi biçimde engellenmesidir,” olarak tanımlar.
Kadına yönelik şiddetin toplumsal şiddeti, kötülüğü, nefreti yeniden üreten boyutu, toplumsal yansımaları ve bireyin gördüğü zarar olarak iki yönlü etkisi bulunmaktadır. Kadının şiddeti yoğun olarak yaşaması, tüm toplumu etkileyen ağır sonuçları da beraberinde getirmektedir. Şiddeti yaşayan kadınların çocukları da ya istismar edilmekte ya da o şiddeti bizzat yaşamaktadırlar. Ya da en azından görgü tanıklarıdırlar. Yapılan araştırmalar sonucunda bu çocukların yüzde 85’in şiddetin potansiyel uygulayıcıları ya da kurbanları olarak yetiştikleri tespit edilmiştir.
Ülkemizde başka nedenlerle yaşadığımız terör olaylarının yaygınlaşmasına, kadına ve çocuğa yapılan şiddetin fazlasıyla destek verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Şiddetin ikinci etkisi de, bireysel anlamda kadınlarımızın ve çocuklarımızın ruhsal hastalıklar, kin ve nefret gibi olumsuz davranışlar, kendileri dışında herkesi düşman görmek gibi psikolojik nevrozlar, huzursuzluk, depresyon, bedensel ağrı ve gerginlikler, aile yapısının bozulması ve üretkenliğin azalması gibi sorunlarını çoğaltmaktadır.
Sivas ve çevresinde yapılan bir çalışmanın sonuçlarına göre, kadınların yüzde 40’ı aile içi şiddeti yaşamaktadır. Bunların yüzde 91’i eşi tarafından şiddete maruz kaldığını söylemiştir. Yine aynı gruptaki kadınların yüzde 59’a yakın bölümüne göre de, ekonomik yetersizliğin şiddeti artıran en önemli etken olduğu belirlenmiştir.
8 Mart 2001 tarihli Vatan Gazetesi’ndeki köşesinde, Mutlu Tömbekeci, “Son yedi ayda 246 kadın öldürüldü. Maktulün kadın olduğu cinayetler yedi yılda on dört kat artmış durumda. Kadınlar bu ülkede sinek gibi öldürülüyorlar. Kimler tarafından !? Büyük bölümü kocaları, nişanlıları, sevgilileri geri kalanlar da ağabeyleri ya da erkek kardeşleri tarafından… kadınlar tahayyülün ötesinde yalnız ve sahipsizdirler. Hele bir başınıza gelsin, nasıl çaresiz ve yapayalnız kaldığınıza inanamayacaksınız,” derken, adeta yukarıdaki tespitlerin ne kadar doğru ve somut olduğunu apaçık ve tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.
Yine aynı günlerde, kadına şiddet konusunu işleyen Rasim Ozan Kütahyalı da Vatan Gazetesi’ndeki yazısında, “Madem devlet polisiyle, yargısıyla madem toplum ailesiyle, sivil toplum kuruluşlarıyla sahip çıkamıyor, o zaman kadınların kendi kendilerini savunma vakti gelmiştir. Kadınlar silahlanmak zorundadır,” derken çözümü radikal boyutlara taşımıştır.
Bütün gelişmelere, eğitimin, kültürün, sanatın, bilimin en üst noktalara ilerlediği dünyamızda hala kadına şiddetten bahsederken, konuyu tarih açısından irdelediğimizde de karşımıza pek parlak olmayan bir tablo çıkar. Şöyle ki;
*Hint geleneğinde kadın, erkeğin mutlak egemenliği altındaydı. Kayıtsız şartsız itaat ve sadakat göstermek zorundaydı. İnsan ilişkilerinde tercih ve söz hakkı yoktu.
*Japon ve Çin geleneğinde, eşine ve onun akrabalarına sunduğu hizmetle değer kazanırdı. Erkek özellikle de aile yaşantında her şeye hakimdi.
*Kadın, Yunan geleneğinde alınıp satılan, adeta devredilen bir eşya niteliğindeydi.
*İslam öncesi toplumlarda, kız çocuklarının diri diri gömülmesi korkunç bir insanlık dramıydı.
Günümüz modern yaşamında kadın erkek eşitliği tam anlamıyla söz konusudur. Modern kadın iş, aile ve toplumsal hayatta özgürdür ve eski dönemlere kıyasla önünde pek çok imkan vardır. Buna rağmen günümüz kadının sorunlarının başında toplumsal rolü, ekonomik bağımsızlığı, dış dünyada ya da evinde, manevi, maddi ve cinsel yönden rahatsız edici davranışlara karşı kendini korumak gelmektedir.
Gene günümüzde çalışan kadın hem iyi bir eş hem iyi bir anne hem de iş dünyasında başarılı bir eleman ya da yönetici olmak zorundadır. Düşünün ki, bütün bunları başarıp artan zamanında da şayet zaman artar ise, kendi gereksinimlerini halledecek, kendisiyle ilgilenecek, yorgun düşen bedenini ve ruhunu dinlendirecektir.
Fakat gerçekler ne yazık ki yukarıdaki satırlarımı hiç de doğrulatmıyor. Her alanda kadına şiddet sanki normal bir yaşam davranışı kabul edilmiş gibi bütün yaygınlığıyla devam ediyor. Oysa unutmamalıyız ki, kız çocuğundan yaşlı nenemize her kadına atılan en küçük bir fiske bile apaçık terördür. Çünkü onlar kızlarımız, bacılarımız, eşlerimiz ve “Cennet ayaklarının altındadır” dediğimiz annelerimizdir ve de bu dünyanın meşakkati onların omuzlarındadır.
Bunları bilerek, “Kadınımız kutsaldır. Onlara kalkan eller kırılsın,” demekle iş bitmiyor. Öncelikle kadınlara yönelik her türlü şiddetin psikolojik, sosyolojik ve hukuksal bir sorun olarak kabul edilmesi şarttır. Devlet, çıkaracağı yasalarla, alacağı önlemlerle daha caydırıcı olmanın çarelerini bulmak zorundadır.
Toplum olarak biz de, sivil toplum kuruluşları, medya, basın, tüm iletişim araçları, okullarımız ve hatta ordumuz el ele vererek büyük ve ciddi bir kampanya başlatalım. Böyle bir kampanyada yer almanın da en kutsal bir insanlık görevi olduğunu unutmayalım.