Sorun kimde?

yaşlı çiftalıntı sözleri

Adamın biri karısının iyi duymadığını düşünmektedir fakat onu kırmak istemediği için, nasıl yaklaşılması gerektiğini de bilmemektedir. Sorar soruşturur ve şöyle bir yöntem benimser.

Karısına önce 40 adım uzaktan seslenir. “Karıcığım, bu akşam ne yemek var?”

Cevap alamaz. Biraz yaklaşır, mesafeyi 30 adıma indirir ve tekrarlar: “Canım bu akşam yemekte ne var?”

Gene cevap alamaz. Mutfağa biraz daha yaklaşır, aynı soruyu sorar ama hiçbir karşılık alamaz.

Sonunda mutfak kapısına gelir ve sorusunu tekrarlar: “Hayatım bu akşam için ne pişirdin bakalım?”

Karısı cevap verir: “4 keredir aynı şeyi söylüyorum: Tavuk…”

İnsanlar genellikle bir sorun yaşadıklarında, kendinde aramaya cesaret edemediği hataları, insan başkalarında çok kolay buluyor.Bu bakış açısıyla baktıklarında, gerçekten kendilerini haklı çıkaracak delilleri de bulurlar. Ve bu delillere dayanarak da, olayları ya da konuları tek taraflı olarak yalnızca kendi yönlerinden değerlendirirler.

Düşündüğümüz gibi problem, daima karşımızdaki kişilerde olmayabilir. Zaman zaman kendimize dönelim ve sorunların sebebini biraz da şahsımızda arayalım.

Lafı Gediğine Oturtanlar-1

 

1.Toplantıda, bir genç Mehmet Akif’i küçük düşürmek ister ve “Affedersiniz, siz veteriner misiniz?” diye sorar.
Mehmet Akif istifini bozmadan cevap verir: – Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?

2.İngiltere Kralı George ile görüştüğü sırada, Gandi’nin üzerinde her zamanki gibi beyaz örtüsü vardır. Davetten çıkınca bir gazeteci sorar:

– Kıyafetiniz, bir kralla buluşmak için yeterli miydi?
Gandi, aldırmadan cevap verir:
– Kral, ikimize de kafi gelecek kadar giyimliydi.

 

3.İncili Çavuş, Osmanlı elçisi olarak Fransa Kralı’na gönderildiğinde, elbiselerinin bazı yerlerinde yama varmış. Kral bunları görünce dayanamayıp, “Bana senden başka gönderecek adam bulamadılar mı?” diye sorunca, İncili Çavuş “Osmanlılar, adama göre adam gönderirler. Beni de sana göndermelerinin hikmeti bu olsa gerek” cevabını vermiş.
4.Amerikalı işadamı, Çinliyle alay ederek sormuş:

– Mezarlarınıza koyduğunuz pirinçleri, ölüleriniz ne zaman yiyecek?
Çinli, başını kaldırmadan cevap vermiş:
– Sizin ölüleriniz, koyduğunuz çiçekleri kokladığı zaman.

 

5.Bernard Shaw ile Churchill hiç geçinemez ve sık sık birbirlerini iğnelermiş. Bernard Shaw, bir oyununun ilk gecesine, Churchill’ i davet etmiş ve davetiyeye de bir pusula iliştirmiş:
“Size iki kişilik davetiye gönderiyorum.
Bir dostunuzu alıp gelebilirsiniz. Tabii dostunuz varsa.”
Churchill, hemen cevap göndermiş :
“Maalesef o gece başka bir yere söz verdiğim için oyununuzu seyretmeye gelemeyeceğim.
İkinci gece gelebilirim, tabii oyununuz ikinci gece de oynarsa.”

 

6.Vaktiyle Fransa hükümet ricalinden biri Napolyon Bonapart’ı bir muharebede tenkide kalkışıp parmağını harita üzerinde gezdirerek:
“Önce şurasını almalıydınız, sonra buradan geçerek ötesini zaptetmeliydiniz” gibi fikirler yürütmeye başlayınca Napolyon ona şu cevabı verir:
– Evet onlar parmakla alınabilseydi, dediğin gibi yapardım.

 

7.Günün birinde vezir, padişah ile samimiyetine güvenerek sorar:
– Hünkarım, sürekli yanınızdayım ve her konuda size yardımda bulunmaktayım.
Akıllıca düşünmek ve sorunlara çözüm bulma konusunda da sizden aşağı kalır yanım yok! Lakin siz padişahsınız, ben ise vezirinizim. Aramızda ne fark var?
Bu soru üzerine padişah, işaret parmağını uzatmasını ister, kendi de işaret parmağını vezire uzatır. Vezire “Isır!” der, o da vezirin parmağını ısırmaya başlar.
Sonunda vezir dayanamayarak bağırır. Halbuki padişah, hiç sesini çıkarmadan bu acıya tahammül eder. Padişah vezire dönüp yorumunu söyler: – Gördüğün gibi aramızda bir parmak fark var.

 

8.Yakın tarihin ünlü İngiliz devlet adamı Churchill, aynı zamanda mükemmel bir hatipti. Avam kamarasında konuşurken, muhalif partinin kadın parlamenteri, oturduğu yerden sürekli Churchill’e sataşıyordu. Son derece çirkin bir kadındı. Sabrı tükenen Churchill ona dönerek, “Hanımefendi hem sözleriniz, hem de kendiniz çok çirkinsiniz” deyiverdi.
Kadın lâfın altında kalmadı ve “Siz de çok sarhoşsunuz ama…” karşılığını verdi.
Churchill cevabı yapıştırdı: “Ziyanı yok hanımefendi ben yarın sabah ayılacağım… Ya siz!!!”

 

9.Zenginler arasında verilen bir ziyafette, genç ve yakışıklı bir adam, oldukça hoş görünümlü bir kadına, “Bu gece ne kadar güzelsiniz” der.
Kadın, erkeklerden iltifat gören kibirli biridir. Adama, “Ben ne yazık ki sizin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim” cevabını verir.
Ama tabii adam altta kalmaz ve bu sataşmayı karşılıksız bırakmaz:
– O zaman siz de benim gibi yapın küçük hanım, yalan söyleyin!

 

10.Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona,”Sen sır saklamayı bilir misin?” diye sormuş.

Vezir, “Evet hünkarım, bilirim” dediğinde, Yavuz cevabı yapıştırmış:
– İyi, ben de bilirim

 

11.İki Hıristiyan sigara içerken İncil okunup okunamayacağını tartışıyormuş. Bir sonuca varamayınca, kasabanın papazına gitmişler. Biri sormuş:
– İncil okurken canım sigara içmek isteyince içebilir miyim?
Papaz cevap vermiş:
– Oğlum, İncil okunurken Tanrı’yla ilgilenmen lâzım. Bu yüzden, sigara içemezsin.
Diğerinin sorusu arkadaşınınkinden biraz daha farklıymış:
– Sigara içerken canım İncil okumak istiyor… Okuyabilir miyim?
– Her nerede ve hangi şartta olursan ol, İncil okumayı arzu edersen tabii ki okuyabilirsin.
Kıssadan hisse: Beceri, almak istediğin cevabı alabileceğin soruyu sorabilmektir.

Karınca ve Lens

karıncaalıntı sözleri

Lale, bir grup ile dağa tırmanıyordu. Karşılarına, dik bir yamaç çıktı. Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve tırmanmaya devam etti. Bir süre sonra nefeslenebileceği bir oyuk buldu. Fakat, yukarıda ipi tutan kişi dalgınlık hali, ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, Lale’nin gözüne çarparak lensinin düşmesine sebebiyet verdi. Lale çok üzülmüştü. “Allah’ım” dedi, “Sen ki, dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bilirsin. Mutlaka benim lensimin de yerini biliyorsundur, lensimi bulmama yardım et.”

O sırada, aşağıdan gelen diğer gruptaki genç adam seslendi: “Aranızda lens kaybeden var mı?”

Lale’nin yüzü aydınlanmıştı. “Evet, ben kaybettim” cevabını verdi. Ve sordu: “Peki nasıl buldunuz?”

Meğer lensi, bir karınca taşıyormuş. Karınca yürüdükçe, yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens, adamın dikkatini çekmiş.

O akşam eve döndüklerinde Lale, hikâyeyi babasına anlattı. Babası, ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek, üzerindeki baloncuğa şu cümleleri yazdı: “Allah’ım! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Çünkü bunu yiyemem; üstelik, neredeyse taşıyamayacağım kadar ağır. Ama istediğin bunu taşımamsa, senin rızan için taşıyacağım.”

İnsanlar hayatta zaman zaman imtihan olurlar. Omuzlarına büyük yükler biner. Mutlaka bir sebebi vardır. Sabretmesini öğrenin ve “Neden bu yükü taşıyorum?” diye hayatınızı karartmayın.

İnanmak

alexander-flemingalıntı sözleri

İngiliz soylusu karısı ve oğlunu yanına alarak o gün pikniğe gitti.Hava o kadar güzeldi ki, gezintiye çıkan çocuk bu eşsiz doğa manzarasının içinde dayanamayarak karşısında duran göle doğru koştu…

Kısa bir süre geçmişti ki ayağına giren krampla çırpınmaya başladı.Yardım çağrısını yakında bir tarlada çalışan köylü çocuğu duydu ve onu boğulmaktan son anda kurtardı…

Babası çocuğu kurtulduğu için minnettardı teşekkür için ona davette bulundu.Sohbet sırasında gelecek planlarını sordu çocuğa…

“doktor olmak isterdim ancak durumumuz okumama elverişli değil,bende babam gibi çiftçi olacağım” dedi üzgün bir şekilde.

Soylu adam “Peki,hazırlıklarını yap,eğitim masraflarını ben karşılayacağım.Doktor olmak mı istiyorsun? Ol o zaman dedi…

1943 yılının Aralık ayında eski İngiltere başbakanlarından Winston Churchill ‘e Afrika’da zatürre teşhisi konuldu.O dönemde bu hastalığın tedavisi yoktu…

Henüz tıp camiasında geçerliliği kabul görmemiş “ penisilin” adı verilen ilk antibiyotik ilaç üzerinde çalışan Dr. Alexander Fleming’e haber verildi…

Hemen İngiltere’den Afrika’ya giden doktor yeni ilacını kullanmaya başladı ve tedaviye kısa bir sürede cevap veren Churchill’in yine hayatını kurtardı tıpkı yıllar önce onu gölde boğulmaktan kurtardığı gibi…

Buraya kadar anlatılan belki sizi şaşırtmış olabilir…Neticede Sir Alexander Fleming yapmış olduğu buluş ile insanlığa ışık tutarak,bir çok hastalığın iyileşmesine yardımcı olmuş, daha nice hayatlar kurtarmıştır…

Bu arada her fırsatta Türk’leri sevmediğini belirten ,geçirdiği kaza ve hastalıklar ile yaşamsal dokunulmazlığı espiri konusu olmuş Winston Churchill ise 91 yaşına kadar yaşamıştır.

Engel ve Fırsat

 

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurur. Kendisi de pencereye oturur, gelen geçeni seyre dalar. Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri, hepsi kayanın etrafından dolanıp saraya girer. Sonunda, bir köylü çıkagelir. Krala meyve ve sebze getirmektedir. Sırtındaki küfeyi yere indirir, iki eliyle kayaya sarılıp, ite kaka, taşı yolun kenarına çekmeyi başarır. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereyken, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu görür. Kese altınla doludur; içinde bir de kralın notu vardır: “Bu altınlar, kayayı yoldan çeken kişiye aittir”

Kıssadan hisse: Bazen önünüze çıkan bir engel, hayat şartlarınızı iyileştirecek önemli bir fırsata dönüşebilir.

Emekliliğinizi Planlamak

Emekliliğinizi planlarken soracağınız ilk soruyu keşfedin. Bu soruya daha başarılı bir emeklilik yaratma stratejilerini de dahil edin. Herkes emeklilikte gerekli olacak paranın ne kadar olacağını merak ediyor. Bunun önemi bir yana, kendinize soracağınız ilk soru bu değil. Sorulacak ilk soru: “Zamanı nasıl kullanacağım?”

Şu an okulla bağlantılı tüm diğer faaliyetlerinizi yürütürken öğretme, hazırlık, derecelendirme, yetiştirme, evle iş arasında gidip gelmek için ne kadar zaman ihtiyacınız var? Haftada 6-80 saat mi? Sınıflar sona erdiğinde hala zamanınız kalacak. Saatlerinizi anlamlı bir şekilde geçirebilecek misiniz, ilişkilerinizi ve önünüzdeki yirmi veya otuz yıldaki faaliyetlerinizi gereği gibi götürebilecek misiniz?

İnsanlar yardım ederek kariyer yolculuğunda her aşamada kariyerlerinde başarıya ulaşıyorlar. Konuştuğumuz ilk konu “Bu noktaya nasıl geldin? Değerleriniz nelerdir? Neye gücünüz yetiyor? Neyi faydalı ve olası buluyorsunuz?” Koşullarınızın emeklilikle değişecek olmasına rağmen değerleriniz, gücünüz ve erişebileceğiniz kaynaklar değişmeyecektir.

Geleceğinizi düşünürken biri işi tamamlayabilmek çok önemlidir. Bir kâğıt alıp yapabileceğiniz, anlamlı ve eğlenceli şeylerin bir listesini yapın. Spor, arkadaş ve aile ziyaretleri, vakti torunlarla geçirmek, bazı eşyaların tamiri, okumak, bahçeyle uğraşmak ve seyahat etmek pek çoklarının listesinde olan şeylerdir. Golf oynamak örneğin, geleceğiniz olabilir. Golfün sizin için anlamını düşünün. Arkadaşlık mı, doğada olmak mı yoksa sayınızı artıracak bir uğraş mı?

Sizi başarılı bir eğitimci yapan hedefler ve değerler okul zili artık çalmadığı zaman bile değişmeyecektir. Organizasyon ve takip tutkunuz başka bir “deli” kimlikle yer değiştirmeyecektir. Hala her zamanki gibi önemseyen, meraklı biri olmaya devam edeceksiniz.

Daha başarılı bir emeklilik/yeniden keşfetmeyle ilgili bazı hedefler:

  • Günlük işler hoşunuza gidiyorsa, yeni koşullarınıza uyacak günlük işler yaratmak konusunda biraz düşünün.
  • Eşinize katılın. Paylaştığınız hedefler nelerdir? Kişisel istek listeniz neye benziyor? Kesişiyor mu? Eş, dost ne düşünüyor?
  • En iyi neyi yaparsınız? Güçlü müsünüz? Bu güçten yeni bir gelecek kurmada ne kadar faydalanabilirsiniz?
  • Ufak ufak başlayın. İlk altı ayda büyük işlere kalkışmayın.
  • Önünüzdeki üç yılda nerede olmak istediğinizi düşünün.
  • Uygulayın. Kendinizi yazlığınızda yeniden keşfetmeyi düşünecekseniz, bunu bütün gün böyle yapmanın neye benzeyeceği konusunda bir kaç hafta düşünün. Seyahat etmek istiyorsanız, kısa mesafelere gidin ve seyahat tarzınızı öğrenin.

 

Emekliliği planlama ve geleceği yeniden keşfetmek bugünden başlar. Keşfetmek ve bundan zevk almak hayatınızda yeni bir bölüm açmaktır, harika bir yaşamın harika ve başarılı bir devamı olabilir. İleride doğru soruları sorarak kendinize güzel bir gelecek yaratabilirsiniz.

 

Yazan: Gordon Neufeld,www.educationworld.com

Makale Kaynağı: Yrd. Doç. Dr. Leyla FetihiMakaleMarketi.com

.

Herkes,Birisi,Herhangi biri ve Hiç kimse

 

Hikayemiz, Herkes, Birisi, Herhangi Biri ve Hiç Kimse adlı dört kişi hakkında…

Yapılması gereken önemli bir iş vardı ve Herkes, Birisinin bu işi yapacağından emindi.

Gerçi işi, Herhangi Biri de yapabilirdi. Ama Hiç Kimse yapmadı… Birisi buna çok kızdı. Çünkü iş Herkesin işiydi.

Herkes, Herhangi Birinin bu işi yapabileceğini düşünüyordu. Ama Hiç Kimse, Herkesin yapamayacağının farkında değildi.

Sonunda; Herhangi Birinin yapabileceği bir işi, Hiç Kimse yapmadığı için, Herkes, Birisini suçladı…

Mavi Kurdele

Students with thumbs upalıntı sözleri

New York’ta yasayan bir öğretmen, lise son sınıfındaki öğrencilerinin diğer insanlardan farklı özelliklerini vurgulayarak onları bir biçimde onurlandırmaya karar verir. Ve öğretmen bir gün, Helice Bridges tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırır. Kaldırdığı her öğrenciye öncelikle kendisinin (sınıf ve öğretmeni için) ne kadar özel olduğunu belirtir. Sonra her birinin yakasına, üzerinde altın harflerle “Siz çok önemlisiniz” yazılı birer mavi kurdele takar. Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verir.

Bu projeye göre; her öğrencisine üçer tane daha mavi kurdele verir ve onlardan bu töreni yaşadıkları çevrede devam ettirmelerini ister. Öğrenciler daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi.

Öğrencilerden biri, gelecekteki kariyer çalışmaları için kendisine yardımcı olan ve ailece tanıdıkları, bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından yöneticiye iki tane daha kurdele vermiş ve;

“Bu mavi kurdele bizim sınıf projemiz. Sizden de onurlandırmanız için birini bulmanızı rica ediyorum. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlar da bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin” diye rica etmiş.

Mavi kurdeleleri alan yönetici aynı gün, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verir. Patronun odasına girer ve ona: “iş dünyasında bir deha olduğundan ötürü kendisini takdir edip örnek aldığını” söyler. Ve bu mavi kurdeleyi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sorar. Şaşkına dönen patronu; “Tabii ki” şeklinde cevap verir. Yönetici de mavi kurdeleyi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirir. Ekstra kurdeleyi verirken de; “Bana bir iyilik yapar mısınız, siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz? Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu onurlandırma töreninin devam etmesi gerekiyormuş. Böylece “bunun insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş.” diye ekler.

Patron o akşam evine geldiğinde on dört yaşındaki oğlunu yanına çağırır ve oğluna: “Bugün inanılmaz bir şey oldu. Ofisteydim, üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, “İş dünyasında bu kadar başarılı olduğum için göğsüme bu kurdeleyi iliştirdi. Bana ayrıca bir kurdele daha verdi ve onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin. Ben de seni onurlandırmak istiyorum. Çünkü günlerim aşırı yorucu geçiyor ve eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum. Oysa bu akşam buraya oturup, sana benim için “ne kadar farklı ve özel” olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun. “Seni çok seviyorum.” der ve o mavi kurdeleyi oğlunun yakasına takar.

Şaşkına dönen çocuk birden ağlamaya başlamıştır. Bütün vücudu titrerken başını kaldırır, gözleri yaş içinde olarak babasına bakar ve güçlükle: “Biliyor musun, ben yarın intihar edecektim baba” der. “Çünkü ben senin beni hiç sevmediğini, beni hiç önemsemediğini düşünüyordum. Ama şimdi ise her şey çok farklı. Ben de seni çok seviyorum. Ve baba, şu an sen oğlunun hayatını kurtardın.”

Hayatlarımızın değerini ölçebilmenin yolu,başkalarının yaşamlarına değer vermekten geçer.

İyi bir ilişki insana dünyadaki varlığının değerli olduğunu hissettirir. İyi bir ilişki güven verir.

İyi bir ilişki kişiye zaaflarını, zayıflıklarını, açmazlarını, kusurlarını fark ettirir, içe bakmayı sağlar.

İyi bir ilişki iki tarafı da geliştirir.

Ve eğer bir ilişki ebediyete, sonsuzluğa kapı açabiliyorsa o çok iyi bir ilişkidir.

Ve son olarak değer vermek kendinizle başlar. Kendine değer vermeyenin çevresine değer vermesi imkânsızdır.

 

Şükretmek;mutluluğun kaynağıdır

İnsanoğlu zaman zaman bu dünyada var olmanın, yaşamanın, sonsuz nimetlerden yararlanmanın bir lütuf olduğunu unutuyor.İnsanlar hep sahip olamadıklarından yakınırlar. Oysa bir geriye dönüp baksalar sahip oldukları ne de çok şey vardır aslında.İnsana hiçbir şey, sahip olunduktan sonra hayalinde olduğu kadar güzel gelmez.

Şükran, yaşamın güzelliklerini fark etme ve takdir etmedir. Allah bir kulunu sevindirmek isteyince, önce eşeğini kaybettirir sonra buldururmuş. Şükreden insanlar hayatlarındaki olumlu şeyleri ve hatta hayatın kendisini bir “armağan” olarak görür ve kendilerini ödüllendirilmiş hissederler. Büyük psikoterapist Irvin Yalom bu durumu şu şekilde ifade etmektedir: “Hayat bir armağandır. Alın, paketi açın, takdir edin, kullanın ve tadını çıkarın”.

Şükür, hem önemli bir ibadet hem de insanın azmasını engelleyen koruyucu bir zırhtır. Çünkü insanın nefsinde zenginlik ya da güç bulduğunda kibirlenmeye, zalimleşmeye ve vicdansızlaşmaya karşı bir eğilim vardır.

Şükretmek için kendilerine çok büyük ya da çok özel bir nimetin verilmesi gerektiğini düşünürler. Oysa insanın her anının nimet içinde geçtiği çok açık bir gerçektir. Hayatı, sağlığı, beş duyusu, nefes aldığı hava, aklı ve bunlara benzer sayısız nimet kendisine her an kesintisiz bir şekilde sunulmaktadır.

Şükretmek bir yana şikayet edenlerin sayısı hızla artıyor.Şükretmemizin önündeki en büyük engellerden biri hiçbir şeyi beğenmemek ve karamsarlıktır. Karamsar, hiçbir şeyi beğenmeyen ve her şeye olumsuz bakan bir adam yarış için hazırlanmış bir at için “Bu at kesinlikle koşamaz” demiş. Atın iyi koştuğunu görenler adama dönüp, ne diyeceğini merak etmişler.Adam, “çok iyi hızlı koşuyor ama bu atı durduramazlar” demiş.

Bizi şükürden alıkoyan, toplumsal bir alışkanlığımız olan dil günahı “Şikayet”i de insani bir zaafımız olarak kabul etmek durumundayız,günümüzün en yaygın ve bir o kadar ruhu zehirleyen yaklaşımıdır şikayet etmek…

Şikayet bir anlamda, akıl eksikliği, bakış körlüğüdür. Kolaya kaçmak, aczimizi ortaya koymaktır. Daha geniş açıyla diyebilirim ki, beceriksizliğimize, tembelliğimize, bilgi eksikliğimize, okumama alışkanlığımıza ve en kötüsü düşünme tembelliğimize kılıf bulmaktır. Bir yerde şikayet, Allah’a isyan etmektir.Şikayet ve isyan etmenin karşılığı da kaçınılmaz olarak huzursuzluk ve mutsuzluktur.

Zenginlik kavramının alım gücü olmadığını, asıl zenginliğin huzur ve sağlık olduğunu keşfeden insanlar hayallerine sarılırlar ve mutluluğu yakalarlar.Şükretmek elimizdeki ile mutlu olmanın,mutluluk ise elimizdekinden daha fazlasına ulaşmamız için gerekli yaşam motivasyonunun kaynağıdır. Bir diğer deyişle şükretmek; mutluluğun ve başarının kaynağıdır.Şükretmenin özünde, bilme, farkına varma ve takdir etme vardır.

Bilim adamları şükreden kişilerin duygusal, fiziksel ve sosyal pek çok yarar elde ettiklerini ortaya koymuşlardır. Şükran duygusu içindeki insanların daha az hastalandıklarını, yaşam doyumlarının daha yüksek olduğunu ve geleceğe yönelik olarak daha umutlu olduklarını belirlemişlerdir.

Güzel bir hikaye ile bitirmek istiyorum. Mutsuz insanlar gülden önce dikeni görürler, mutlu insanlar ise dikenden önce gülü görürler. Siz dikenden önce gülü görmeye çalışın ki şükredip, mutlu olmasını bilesiniz.

Baba kızıyla havaalanında vedalaşırken, “Seni seviyorum ve sana yeterli olanı diliyorum”dedi. Kızı cevap verdi: “Baba beraber geçirdiğimiz bu hayat bana yetti de arttı bile. Sevgin her zaman ihtiyacım olan tek şeydi. Sana da her zaman yeterli olanı diliyorum.”

Öpüştüler ve ayrıldılar… Adam bir hayli yaşlıydı; muhtemelen kızını son görüşüydü.”Kızım belki de son seyahatini benim cenazeme gelmek için yapıyor olacak” diye mırıldandı.

Baba kızın konuşmasına kulak misafiri olan bir yolcu sordu: “Ayrılırken ‘Sana yeterli olanı diliyorum’ dediniz. Bu ne anlama geliyor acaba?”

Adam cevap verdi: “Sana gün ne kadar gri gözükürse gözüksün, parlak bir bakış açısı vermeye yetecek kadar güneş diliyorum… Güneşin varlığı için daha fazla şükretmeye yarayacak kadar yağmur diliyorum… Hayatındaki en küçük şeyleri bile önemli görmene yetecek kadar acı, sahip olduklarına şükretmene yetecek kadar kayıp diliyorum.”

Zülfü Livaneli Hayatı ve Eserleri

Tam adı Ömer Zülfü Livanelioğlu olup, aslen Artvin’in Yusufeli ilçesinden olan Livanelioğlu ailesinin büyük dedeleri Ömer Efendi 93 Harbi’nde Artvin’in Ermeni ve Rus işgaline uğraması üzerine Erzurum’a gelerek Ahmet Muhtar Paşa’nın ordusuna katılmıştır.

Ömer Efendi Harput Redif Taburu’na mülazım rütbesiyle atanır. Daha sonra burada çıkan çatışmada şehit düşer. Ömer Efendi’nin tek oğlu olan Zülfü Efendi, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde sorgu hakimi olarak görev yapar. Soyadı Kanunu çıktığında babasının geldiği Artvin/Yusufeli/Livane Sancağına izafeten Livanelioğlu soyadını alır. Zülfü Efendi’nin erkek çocuklarından üçü de hakim olmuştur. En büyükleri ve Zülfü Livaneli’nin babası olan Mustafa Sabri Livanelioğlu, Yargıtay Başkanlığı’na kadar yükselmiştir.

ABD Fairfax Konservatuarı’nı bitirmiştir. Zülfü Livanelioğlu bağlama çalmayı teyzesi Nazmiye (Türeli) Yücel’in eşi olan eniştesi Turhan Yücel’den Ilgın’da yaşadığı yıllarda ve yaz tatillerinde öğrendiğinde, eniştesi Turhan bey’in kendisine hayatını değiştirecek bir sermayeyi hediye ettiğinden haberi yoktu.

Zülfü Livaneli, müziği ile birçok ulusal ve uluslararası ödül aldı ve eserleri Joan Baez, Maria Farantouri, Maria del Mar Bonet, Leman Sam gibi onlarca yerli ve yabancı sanatçı tarafından yorumlandı. Kültür, sanat ve politika alanında Türkiye’nin önemli isimlerinden birisi olan sanatçı, sanat yaşamı boyunca 300’e yakın besteye ve 30 film müziğine imzasını attı.

Türkiye’den ansızın ayrılarak İsveç’e sürgün yıllarında bulaşıkçıklık dahil muhtelif işlerde çalışan Livaneli’nin en büyük arzusu bir gün Türkan Şoray ile tanışabilmek ve o zaman Türkiye’de suçlanan kişilerin uğrak yeri haline gelen İsveç’te bulunan ünlü yazar, gazeteci veya şairlerle karşılaşabilmekti.

Bugüne kadar dört uzun metrajlı film yönetti: “Yer Demir Gök Bakır”, “Sis”, “Şahmaran” ve “Veda”. Valencia Film Festivali’nde “Altın Palmiye” ve 1989’da Montpelier Film Festivali’nde “Altın Antigone” ödülüne layık görüldü. “Sis”, “En iyi Avrupa Film Ödülü”ne aday gösterildi. Sanatçının filmleri Türkiye, ABD, Fransa, Almanya, İsviçre ve Japonya’da gösterime girdi ve BBC, WDR, İspanya, Kanada ve Japon televizyonları gibi birçok televizyon şirketine satıldı.

Ekim 1986’da Cengiz Aytmatov’un daveti üzerine Federico Major, Yaşar Kemal, Arthur Miller ve diğer ünlü sanatçı ve düşünürlerin katıldığı Kırgızistan ve daha sonra Wengen, Granada ve Mexico City’de toplanan Issyk-Kul Forumu’nda yer aldı.

Livaneli, Elia Kazan, Jack Lang, Vanessa Redgrave, Arthur Miller, Mikis Theodorakis gibi ünlü kişilerle birlikte dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulundu.

1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO (Birleşmiş Milletlerin Eğitim Kültür Bilim Kurulu) tarafından büyükelçilik verilen sanatçı Livaneli, 1978 yılında yaptığı “Nazım Türküsü” adlı albümde Nazım Hikmet’in şiirlerinden bestelediği şarkıları bir araya getirdi.

“Arafatta bir çocuk”, “Geçmişten Geleceğe Türküler”, “Sis”, “Orta Zekalılar Cenneti”, “Diktatör ile Palyaço”, “Sosyalizm öldü mü”, “Engereğin Gözündeki Kamaşma” ve “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm” ve “Mutluluk” ve Leyla’nın Evi, Sevdalim Hayat, Son Ada ve Sanat Uzun, Hayat Kisa, Serenad, Kardeşimin Hikayesi kitaplarının yazarı olan Livaneli, hâlen Vatan Gazetesi’nde köşe yazarlığına devam etmektedir. Sanatçı uluslararası kültür çevrelerinde tanınmakta ve saygı görmektedir.

Ömer Zülfü Livaneli Ülker Hanım’la evlidir ve bir kızı vardır. Kızı Aylin Livaneli eğitimi ve yaptığı pek çok işten sonra müzik ile ilgilenmiş. 5 albüme imza atmıştır. Müziğe ara veren Aylin Livaneli şuan yurt dışında ekonomi üzerine eğitim almaktadır. Yayınlanmış 3 kitabı bulunmaktadır. Livaneli vejetaryendir.

19 Mayıs 1997 tarihinde, Ankara Hipodrom meydanında verdiği konsere 500.000 kişinin katılmasıyla Türkiye’nin en büyük konserini gerçekleştirme ünvanını kazanmıştır.

Livaneli 1994 yerel seçimlerinde, Sosyaldemokrat Halkçı Parti’den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday oldu. Anavatan Partisi’nin adayı İlhan Kesici, Refah Partisi’nin adayı Recep Tayyip Erdoğan ve Doğru Yol Partisi’nin adayının Bedrettin Dalan olduğu çekişmeli seçim sürecinde oyların %20,30’unu alan Livaneli üçüncü geldi.Erdoğan ise %25,19’luk bir oranla Belediye Başkanı seçildi.Livaneli, 2002 genel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’den İstanbul milletvekili seçildi. Partinin 13. Olağanüstü Kurultayı’nda yeter sayıda imza bulamadığı için genel başkan adayı olamadı ve parti yönetimini ağır şekilde suçlayarak istifa etti.Livaneli, istifasını açıklarken şunları söyledi:

CHP yönetimi, Atatürk’ün laik, devrimci, halkçı, çağdaş ve reformcu çizgisini 21. yüzyıla taşıyamadığı için ülkemizi içinden çıkılması güç bir siyasi karmaşaya sürükledi. Bu büyük tarihsel ve siyasi kaymayı engelleyebilmek ve CHP’yi özündeki devrimci, reformcu ilkelere tekrar kavuşturabilmek için, parti içinde her düzeyde büyük çaba harcadım. Ama ne yazık ki bu çabalar da diğerleri gibi sonuçsuz kaldı. Partideki muhalif fikir ve kişileri yok etme alışkanlığı, bu kurultaydan sonra da bir kıyıma dönüşerek devam ediyor. CHP içinde kalarak mücadele etme yolları artık tükendi. Parti, örneği görülmemiş bir şekilde antidemokratik ve oligarşik bir yapıya dönüştürüldü.

Sözleri

Zenginlik insana ait bir özellik değil” diyorum. “Para insanın doğal bir parçası değil; kaybolabilir, çalınabilir, soyut bir kavram bir takım sıfırlar… Zaten hayatta anlamlı olan değerler parayla sahip olunamayanlar. Kitap, çalışacak insan, eşya alabilirsin ; ama bunlar bilginin, dostluğun, paylaşma duygusunun yerini tutamaz…Zülfü Livaneli – Kardeşimin Hikayesi

Aşk dendiğinde küçülüyordu her şey. O zaman gerçek aşka ne ad verdiğimi sordu. ‘Karasevda’ dedim..Zülfü Livaneli – Kardeşimin Hikayesi

Ona göre ruh, dünya nimetlerinin tutsaklığından kurtuldukça özgürleşiyor, bağımsızlaşıyor ve dünya yüzünde hiçbir krala imparatora nasip olmayacak büyük bir iktidara kavuşuyordu.Zülfü Livaneli – Engereğin Gözü

Ne var ki , bu acımasız dünyada iyilik cezalandırılıyor ! Uzun ömrümün bana öğrettiği gerçeklerden biri de bu . Kötülüğü yenmek , iyiliği yenmekten daha zor . Bu yüzden iyiler savunmasız oluyorlar , her türlü zararı görebiliyorlar .Zülfü Livaneli – Engereğin Gözü

Karasevda, gözleri bağlı olarak bir uçurumun kıyısında yürümek değil miydi? Birine sevdalanmak, donmuş bir golde, nerede ve ne zaman kırılacağını bilmene imkan olmayan ince buzlar üzerinde yürümek anlamına gelmiyor muydu? Zülfü Livaneli – Kardeşimin Hikayesi

Hani insan her şeyi unutarak yaşayabilirdi ama her şeyi hatırlayarak yaşayamazdı. Hani unutmak, insan soyunun en büyük şifasıydı.Zülfü Livaneli – Kardeşimin Hikayesi

Aşk denen şey bazen yürür, bazen uçar; bazen koşar biriyle birlikte; bir başkasıyla ölümcül yürüyüşe çıkar; üçüncüyü buzdan heykele çevirir; dördüncüyü atar alevlerin içine. Birini yaralar; öldürür ötekini. Aynı anda çakıp sönen bir şimşeğe benzer. Geceleyin saklar şafakta zapt edilecek olan kaleyi. Çünkü dayanacak güç yoktur karşısında.Zülfü Livaneli – Kardeşimin Hikayesi

Kıskanmayı bile unutmak. Onu mutlu eden herkesi ve her şeyi sevmek. O noktada sahiplenmek biter, saf aşk kalır.Zülfü Livaneli – Kardeşimin Hikayesi

Yanımda olmanı istiyorum diyemediğim için bu yağmur içimi ıslatıyor dediğimi nasıl anlamaz? Düpedüz sarıl bana dedikten sonra, sarılmanın ne anlamı kalır.Zülfü Livaneli – Serenad

Bu dünyada sana kötülük yapmak isteyen insanlar çıkacak karşına, ama unutma ki iyilik yapmak isteyenler de çıkacak. Kimi insanın yüreği karanlık, kimininki aydınlıktır. Geceyle gündüz gibi! Dünyanın kötülerle dolu olduğunu düşünüp küsme, herkesin iyi olduğunu düşünüp hayal kırıklığına uğrama.Zülfü Livaneli – Serenad

Kitapları

Kardeşimin Hikayesi (2013)

Edebiyat Mutluluktur (2012)

Serenad (2011)

Sanat Uzun Hayat Kısa (2010)

Son Ada (2008)

Sevdalım Hayat

Leyla’nın Evi

Gorbaçov´la Devrim Üstüne Konuşmalar

Mutluluk (roman)

Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm

Livaneli Besteleri

Engereğin Gözündeki Kamaşma

Sosyalizm Öldü Mü?

Diktatör ile Palyaço

Türkiye Orta Zekalılar Cenneti

Sis

Dünya Değişirken

Geçmişten Geleceğe Türküler

Arafat´ta Bir Çocuk

Albümleri

Chants Révolutionnaires Turcs – 1973

Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz – 1975

Merhaba – 1977

Nazım Türküsü – 1978

The Bus (OST) – 1978

Alamanya Beyleri – 1979

Atlının Türküsü – 1979

Günlerimiz – 1980

İnce Memet Türküsü – 1980

Maria Farandouri Livaneli Söylüyor – 1982

Yol (Soundtrack) – 1983

Eine Auswahl – 1983

Ada – 1983

İstanbul Konseri (Concert) – 1984

Güneş Topla Benim İçin – 1985

Livaneli / 10 Yılın Ezgisi – 1986

Zor Yıllar – 1986

Hoşgeldin Bebek – 1986

Gökyüzü Herkesindir – 1987

Soundtracks – 1988

Crossroads (New Age) – 1990

Saat 4 Yoksun – 1993

Neylersin – 1995

Yangın Yeri – 1996

Janus (Symphonic Poems) – 1996

Livaneli & Theodorakis : Together – 1997

Efsane Konserler – 1997

Nefesim Nefesine – 1998

New Age Rhapsody, London Symphony Orchestra Plays Livaneli – 1999

Unutulmayanlar – 1999

İlk Türküler – 2001

Hayata Dair – 2005

Veda Film Müzikleri – 2010

Gökkuşağı Gönder Bana – 2013

Eşekli Kütüphaneci

kitapalıntı sözleri

Yıl 1943

Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok.

Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:

-Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.

Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.

– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?

– Alıyorum.

– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten…

23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.

O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir.

Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.

O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası da olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır.

İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare (Ödünç) Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.

Kütüphaneye de bir yazı asar:

“Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”

Köydeki çocuklar şaşırır.

Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var.

Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.

-Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak der.

Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir.

Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar.

Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor.

Zenith ve Singer’e mektup yazar:

-Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım der.

Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.

Girişimcilik ne biliyor musun?

Bulunduğun yere yenilik katmalısın.

Mutlaka adım atmalısın.

Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş. İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.

Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.

Fakir Baykurt

Çok iyi anlayacak beni

 

Satılık Köpek Yavruları’ ilanın altında küçücük bir çocuğun başı gözüktü ve çocuk dükkan sahibine sordu:
-‘Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz? ‘
Dükkan sahibi,
-’30 dolarla 50 dolar arasında değişiyor fiyatları’ dedi.
-‘Benim 2 dolar 37 sentim var’ dedi çocuk,
-‘Bir bakabilir miyim yavrulara? ‘

Dükkan sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve köpek kulübesinden beş tane yumak halinde yavru çıktı. Yavrulardan biri arkadan geliyordu. Küçük çocuk yürümekte zorluk çeken sakat yavruyu işaret edip sordu:
-‘Bunun nesi var? ‘
Dükkan sahibi onun kalça çıkığı olduğunu ve hep sakat kalacağını açıkladı. Küçük çocuk heyecanlanmıştı.
-‘Ben bu yavruyu satın almak istiyorum.’
Dükkan sahibi,
-‘Hayır, o yavruyu satın alman gerekmiyor.
Eğer gerçekten istiyorsan, o yavruyu sana bedava veririm.’
Küçük çocuk birden sinirleniverdi. Dükkan sahibinin gözlerinin içine dik dik bakarak,
-‘Onu bana vermenizi istemiyorum. O da diğer yavrular kadar değerli ve ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim. Aslında, size simdi 2 dolar 37 sent vereceğim ve geri kalan borcumu da her ay 50 sent olarak tamamlayacağım.’
Dükkan sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı.
-‘Bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum. Bu yavru hiç bir zaman diğer yavrular gibi koşup, zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak.’
Bunun üzerine küçük çocuk eğildi, pantolonunu sıvadı ve büyük bir metal parçasının desteklediği sakat bacağını dükkan sahibine gösterip tatlı bir sesle,
-‘Ben de çok iyi koşamıyorum ve bu yavrunun kendisini çok iyi anlayacak bir sahibe gereksinimi var’ dedi.

Sevgi Gözü”yle Bakalım

sevgi13alıntı sözleri

Şubat ayının “Sevgililer Günü”yle bütünleştiğini hepimiz çok iyi biliyoruz. İnsanlık tarihinin en mutlu günlerinden biri olarak sayılabilen bu günü bir kez daha kutlarken, “sevgili” olmak için önce gerçek anlamda “Sevgi” sahibi olmak gerektiği üzerinde durmak istiyorum.

Toy çağlarımdaydım. Bir gün babam beni çağırdı ve kendisini dikkatle dinlememi istedi. O gün babamın verdiği öğüt, belleğimde halen çok canlı, çok taze, sanki bugün söylenmiş gibi durur.

“Oğlum, çalışkan ve zekisin. İnşallah ileride çok başarılı olursun. Şimdi söyleyeceklerimi hiç aklından çıkarma; karşına çıkan her insana “Sevgi  gözü” ile bakmaya  çalış. Sevgi gözü, yaşamı bütünüyle içine alan, akıl yolu ile gönül duygusunun birleştiği bir anlayıştır. Her insan, önce insan olduğu için sevilmeye layıktır,”

Özellikle bu iki kelimeyi tam kavrayamamıştım; sevgi gözü…

Bir kaç kez babama sordum, her defasında, “Düşün, sen bul,” dedi. Gerçekten merak etmiştim. Düşünüp, arayıp durdum. Bulduklarımı onunla paylaştım. Yorumlarımı anlattım ama bir türlü tatmin edemedim. Bir sabah, kahvaltıdan sonra çayının yanında sigarasını keyifle tüttürürken yakaladım, “Hahhh! İşte fırsat Yılmaz,” dedim ve sorunun cevabını açıklamasını istedim. Söylediklerini de kulaklarımı ve gözlerimi dört açarak dinlemeye başladım.

“Sevgi gözü, karşına çıkan herkese, her şeye sevgi ile bakmaktır. En önemlisi de, seni sevmeyenlere yardım etmektir. Bu yardım, insanı manen yüceltir. Bir insanın seni sevmemesi, seni kötü gözle görmesi senden ona zarar geleceğini düşünmesi anlamındadır. Sevmediği için de çoğunlukla senin için kötü düşünür.

Bu kişiye yardım ettiğinde,

-Size benden kötülük gelmez,

-Size benden zarar gelmez,

-Size benden olumsuz hiç bir duygu ve davranış yansımaz,demiş olursun.

Sonrasında, ilişkilerin yeniden ve farklı geliştiğini göreceksin. Düşmanın yavaş yavaş dostun bile olabilir. Bu davranışın iki hayrı vardır. Seni sevmeyene yardım etmek için içindeki karanlık, duygu ve düşünceleri özellikle de kin ve nefreti yenmek gerekecektir. Bu iç mücadelesi de seni arındıracaktır.

Bir diğer hayrı ise, o kişi sana ve başkalarına kötülük düşünmemeye başlar. Belki de sevebilir. Böylece davranışınla ona güzel bir yaşam dersi vermiş olursun.

Oğlum, kötülük hem yapanın hem de yapılanın zararına olduğu kadar iyilik ve sevgi de yararınadır. İşte bu davranış, dünyaya ve insanlara ‘Sevgi gözü ile bakmak’tır, diye açıkladı.

Bu öğretiyi yaşamım boyunca her zaman uygulamaya çalıştım. Fakat itiraf etmeliyim ki, hiç de kolay olmadı. Hatta başaramadığım zamanlar bile oldu. Pes etmedim ve sevgi duygu ve düşüncesine daima öncelik tanıdım.

Sevgi, hakkında çok konuşulan, özlenen, üstüne sayısız şiirler, romanlar yazılan, mektuplarla paylaşılan, elde edildiğinde kaybolacağından korkulan insani bir duygudur. Günümüzde bile bunca sevgisizliğe ve yalnızlığa rağmen, “Mail ya da özel whatsupp”larda devam etmesiyle can bulmaya devam eder.

Sevgi bizlere sosyal başarı kazandırır. İçimizdeki sevgi dışımıza saygı, empati, güleryüz gibi tavırlarla yansıyınca, huzurlu ilişkiler ile bütünleşince sosyal başarı kaçınılmazdır. Öte yandan sevgi bedenimizi, ruhumuzu hoşnut kılar, rahatlatır, kasları gevşetir, canlı ve sempatik bir görüntü vermemize etken olur. İçimiz ve dışımız yalansızdır ve yalındır!.

Tüm dünyada ya da diğer bir deyişle, insanın olduğu her yerde en çok sevilenler, sevmesini ve vermesini bilenlerdir. Yardımlaşmadan sakınmayan, sevgisini ve bilgisini paylaşanlardır. Sevgi bize takdir, öğrenme, iyilik, yardımlaşma gibi manevi yolların kapısını açar. Yaşamın çilelerine karşı direncimiz artar.

Michelangelo’nun sevgi ve aşk hakkında söylediği, “Aşk, Yaratan’ın kendine kadar yükselmesi için insana verdiği kanattır,” sözünden yola çıkarak, uzun yılların birikimi olan defterimi açıyorum; “Yoksulluğa düşmekten korkmayınız. Sevmemekten, sevilmemekten korkunuz,” diye not almışım. Bir başka sayfada, “Sevgi nurdan bir akıştır,” demişim. “Eğer bir yerde berrak bir gönülden, berrak bir gönüle akış varsa, orada nurların en hayırlısı vardır,” sözcüklerine yer vermişim.

Bugün de diyebilirim ki, sevginin sesi canlıdır, heyecanlıdır, mutluluk taşır. Sevginin gücünü, enerjisini, büyüsünü iletir, iletmelidir. Sevgi, gönülden gelmelidir. Sesiniz, sözünüz sevdiğinizi söylesin!..

Makale Kaynağı:Yılmaz Ulusoy

Müzayede

müzayedealıntı sözleri

Çok insanın hayal edemeyeceği kadar zengindi. Ülkenin en güzel şehirlerinin en güzide semtlerindeki dairelerinin sayısını bile bilmiyordu.

Ayrıca, iyi bir antika meraklısıydı. Elinde tuttuğu zengin koleksiyonun değeri de tahminleri zorluyordu. Çiftlikleri ve arabaları da vardı tabii. İşlettiği mağazalarda binlerce insan çalışıyordu

Herkes, ‘Keşke onun yerinde ben olsam!’ diye düşünüyordu. Gelin görün ki o, bulunduğu yerden hiç memnun değildi. Her şeye sahip olduğu doğruydu. Ancak, içinde bir yerde derin bir boşluk, doyurulmaz bir açlıkla kıvranıyordu. Kendisine ‘Baba!‘ diye sarılacak bir çocuğu yoktu.

Yıllardır eşiyle birlikte bu yalnızlığı, bu eksikliği içten içe hissetmişlerdi. Ama umutla dua etmeye, sabırla beklemeye devam ediyorlardı.

Eşi, aynı zamanda bir ressamdı. Kadın hayal ettiği bebekleri, çocukları büyük bir ustalıkla yağlı boya tablolara çiziyordu. Ancak resimleri hep kendine saklıyor, sergiliyordu. Resmini yaptığı bebekleri, çocukları kendi çocukları gibi seviyordu. Haliyle, çocuklarını parayla bir başkasına satmak aklının ucundan geçmezdi.

Sonunda ihtiyarlık günleri gelip çattı. Artık çocuk sahibi olma hayalleri bitmişti. Fakat beklenmedik bir şey geldi başlarına. Ağır bir trafik kazası geçirdiler. Adam hafif yaralı olarak kurtuldu.

Ancak karısı ciddi bir beyin hasarı ile yoğun bakımda yattı aylarca. Adam karısının sağlığı için servetinin önemli bir kısmını harcadı. Derken, doktorlar karısının kısmen iyileştiğini söylediler. Kadın eve döndü. Ama artık eskisi gibi değildi.

Adeta bir çocuk gibi yaşıyordu. Karısının gündelik işlerini yapabilmesi İçin bir bakıcı hanım çalışıyordu yanlarında. Kocasını savaşta kaybetmiş genç hanımı adam ve eşi evlatları gibi sevdiler. Eve biraz olsun çocuk cıvıltısı getiren iki küçük çocuğunu da torunları bildiler. Bu arada evin hanımı eskiden olduğu gibi resimler yapmaya çalıştı. Bekleneceği gibi tabloları eskisi kadar başarılı değildi. Yine de Kadının eski günlerdeki gibi mutlu olmasına yardımcı oluyordu.

Yıllar hızla aktı. Kadın bir gün beyin sorunları nedeniyle öldü.Adam, bakıcı hanım ve iki yetimini değerli hediyelerle evlerine gönderdi. Çok geçmeden adam da kalp krizi geçirerek hayata veda etti.

Böylece hayalleri süsleyen o koca servet sahipsiz kaldı. İlk olarak Paha biçilmez antikalar büyük bir müzayedede satışa sunuldu. İlk parça adamın eşinin beyin özürlüyken yaptığı bir tabloydu. Bir özürlünün umutlarını döktüğü, ruhunu ortaya koyduğu bu mütevazi tabloya kimse dönüp bakmadı bile. Herkes az sonra önlerine gelecek paha biçilmez antikaları bekliyordu. Satıcının ‘Artıran var mı?’ diye bağırışına salondan tek cevap gelmiyordu.

Müzayede salonundaki sessizliği, müzayedeye ilk defa gelen bakıcı kadının sesi bozdu. Annesi gibi sevdiği bir kadının çocukları gibi sevdiği tablosuna müzayede salonunda pek alışık olunmayan bir teklifle müşteri oldu:

‘Beş dolar!’diye bağırdı acemice

Daha fazlası yoktu cebinde. Umutla bir başkasının kendi teklifini artırmasını bekledi.

Sessizlik yine bozulmadı. Müzayede yöneticisinin ‘Satıyorum. Satıyorum.. Saaaaat…tım.’ demesiyle tablo sadece 5 dolara kadının oldu.

Müzayede yöneticisi satılan tabloyu bir kenara koymak yerine çerçevenin Arka yüzünü herkesin görebileceği biçimde yukarı kaldırdı. Tablonun arkasında katlanmış küçük bir kağıt parçası vardı. Yine Herkesin gözleri önünde kağıdı aldı ve açtı. Özenli bir el yazısıyla yazılmış notlara göz gezdirdikten sonra Kalabalığa döndü:

‘Bayanlar ve baylar; müzayede bitmiştir!

Sonra kağıt üzerindeki notu seslice okudu:

‘Kim eşimin bu mütevazi emeğine değer vererek bu tabloyu satın almışsa, eşime verdiğim değerden çok daha azını hak eden servetim de onundur.’

 

Üniversite

stanford üniversitesialıntı sözleri

Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektör’ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti. Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; “Bekleriz” diye mırıldandı.

Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. “Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok” diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu.

Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard’da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kabetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. “Madam” dedi, sert bir sesle, “Biz Harvard’da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner.”

“Hayır, hayır” diyerek haykırdı yaşlı kadın. “Anıt değil. Belki, Harvard’a bir bina yaptırabiliriz”. Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, “Bina mı?” diyerek tekrarladı, “Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı.”

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: “Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?”

Rektör’ün yüzü karmakarışıktı. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California’ya, Palo Alto’ya geldiler. Ve Harvard’ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika’nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD’u.

İnsanlık

beysbol ve çocukalıntı sözleri

Okuma ve öğrenme zorluğu çeken çocuklara özel eğitim veren bir okul için bağış toplama yemeğinde, çocuklardan birisinin babası katılımcılar tarafından asla unutulmayacak bir konuşma yaptı. Okula kendini adamış öğretmenleri kutladıktan sonra şöyle bir soru sordu:

-Dışardaki etkenler tarafından etkilenmedikçe doğa herşeyi mükemmel bir şekil ve sırada yapıyor. Ama yine de oğlum Shay, diğer çocukların öğrendikleri gibi öğrenemiyor Diğer çocukların anlayabildikleri gibi anlayamıyor. Oğlumda doğal olması gereken şeyler nerede?

Bu soru karşısında dinleyiciler sessiz kaldılar.Baba devam etti.

-Ben inanıyorum ki, dünyaya fiziksel ve zeka engelli Shay gibi bir çocuk geldiğinde, gerçek insan doğası kendini gösterme fırsatını buluyor ve bu da insanların o çocuğa davranış şekillerinde kendini gösteriyor.

Ve sonra aşağıdaki hikayeyi anlatmaya başladı:

Shay ve babası bir gün parkta Shayin tanıdığı birkaç çocuğun baseball oynadıklarını gördüler.

Shay sordu:Acaba oynamama izin verirler mi?

Shay’in babası çoğu çocuğun Shay gibi bir çocuğun takımlarında oynamasını istemeyeceklerini ama aynı zamanda eğer oğluna izin verirlerse oğlunun o çok ihtiyacını duyduğu, engellerine rağmen başkaları tarafından kabul edilmenin özgüveni ve sahiplenme duygusunu vereceğini de biliyordu.

Shay’in babası çocuklardan birinin yanına yaklaştı ve (fazla bir şey beklemeyerek) Shay in oynayıp oynayamayacağını sordu. Çocuk şöyle danışabileceği birilerine baktı ve sonra:

-Şu anda 6 sayı gerideyiz ve oyun sekizinci turunda. Herhalde takıma girebilir ben de onu dokuzuncu turda vurucu olarak sokmaya çalışırım.dedi.

Shay büyük bir gayretle takımın yanına gitti ve yüzünde kocaman bir gülümseme ile takım t-shirtini giydi. Babası gözünde yaş, kalbi sıcak duygularla dolu onu izledi. Çocuklar oğlunun kabul edilmesinden dolayı babanın mutluluğunu gördüler.Sekizinci turun sonunda Shay’in takımı birkaç puan kazandı ama hala 3 sayı gerideydi Dokuzuncu turun başında Shay eldiveni eline geçirdi ve sağ açık sahaya çıktı. Ona doğru hiç top isabet etmemesine rağmen oyunda olmaktan son derece mutluydu ve babasının ona tribünlerden el salladığını gördüğünde yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.

Dokuzuncu turun sonunda Shay’in takımı yine puan kazandı. Şimdi bütün kaleler doluydu, oyunu kazanma şansı ortaya çıkmıştı ve topa vurma sırası Shay’e gelmişti.

Bu noktada Shay’in vurucu olmasına izin vererek oyunu kaybetme riskini mi almalıydılar? Şaşırtıcı bir hamleyle Shay’e sopayı verdiler. Herkes topa isabet ettirme şansının sıfır olduğunu biliyorlardı çünkü bırakın topa vurmayı Shay sopayı bile elinde tutmasını bilmiyordu. Ama Shay sahaya çıktığında top atıcı, diğer takımın kazanma şanslarını bir kenara bırakarak Shay’e bu fırsatı tanıdıklarını görünce birkaç adım öne giderek yumuşak bir şekilde topu Shay’e doğru fırlattı. İlk topa Shay zorlukla sopayı savurdu ama ıskaladı. Atıcı tekrar birkaç adım öne doğru geldi ve topu yine yumuşak bir şekilde Shay’e doğru attı. Shay sopayı savurdu ve hafifçe topa dokunarak yere atıcıya doğru vurdu.

Oyun şimdi bitecekti. Atıcı topu yerden aldı ve ilk kaledeki adamına kolaylıkla atabilecek ve Shay’i sobeleyerek oyunu bitirebilecekti. Ama atıcı topu aldı ve ilk kaledeki adamının başının üzerinden diğer takım arkadaşlarının erişemeyeceği yere fırlattı. Tribünlerdeki herkes ve iki takımda bağırmaya başladılar, ‘Shay, ilk kaleye koş, ilk kaleye koş!’ Shay hayatında hiç bu kadar uzağa koşmamıştı ama ilk kaleye gidebildi. Şaskınlıktan büyümüş gözleriyle yere çöktü.

Herkes bağırmaya devam etti, ‘İkinci kaleye koş, ikinci kaleye koş.’ Nefes nefese Shay zorlukla ikinci kaleye koşabildi. Shay ikinci kaleye geldiği sırada açık sahada diğer takımdan biri topu almıştı … Takımın en küçüğü olan bu çocuk kahraman olma şansını elinde tutuyordu. Topu ikinci kaledeki adamına atabilirdi ama top atıcısının niyetini anladığından o da kasıtlı olarak topu üçüncü kaledeki arkadaşının başının üzerinden attı.

Herkes bağırıyordu, ‘Shay, Shay Shay, bütün yolu koş Shay’

Karşı takımdan birinin yardım ederek onu üçüncü kaleye doğru döndürmesiyle Shay üçüncü kaleye koşabildi, ‘Üçüncüye koş! Shay, üçüncüye koş!’

Shay üçüncüye gelirken diğer takımdakı çocuklar ve seyirciler ayağa kalkmışlardı ve bağırıyorlardı, ‘Shay, hepsini koş! Hepsini koş!’

Shay hepsini koştu ve oyunu takımı için kazanan bir kahraman olarak herkes tarafından alkışlandı.

‘O gün’, dedi babası, gözlerinden yaşlar aşağıya doğru süzülerek,’iki takımdaki çocuklar da dünyaya bir parça sevgi ve insanlık getirmeyi başardılar’.

Shay bir sonraki yaza yetişemedi.O kış öldü. Bir kahraman olduğunu ve babasını mutlu ettiğini ve eve geldiğinde annesinin de gözyaşları içinde onu kucakladığını asla unutmadı.

Hayat ile ölüm arasındaki bağ, göremediğimiz özümüzü kalp gözümüz ile hissetmemizi ve alemler arası geçişimizi sağlayan şey, nefestir. Hayat nefes alarak başlar ve nefes vererek biter.

Hayat sevginiz,

En yüksek umudunuza beslediğiniz sevgi olsun.

En yüksek umudunuz da en yüksek hayat düşünceniz olsun.

Nietzsche

Her tercih bir vazgeçiştir

Her tercih bir vazgeçiştir çünkü…

Sabah işe gitmekle, yatakta nefis bir miskinlik fırsatından vazgeçmiş olursunuz.

Kalkar kalkmaz hayat bin bir seçeneği dayar burnunuzun ucuna… “Ne giysem” telaşından, öğle yemeğinde “Ne alırdınız?” diye başucunuzda biten garsona, “hangi kanaldaki filmi izlesem” kararsızlığından “bize oy verin” diye bağrışan partilere kadar her şey, herkes, her an sizi ısrarla bir tercihe zorlar.

Yastığınıza teslim olmuşsanız, belki dışarda ışıl ışıl bir günden vazgeçmiş olursunuz. Bahar esintileri taşıyan bir elbise belki o gün yaşamınızı ışıldatabilecekken, ağırbaşlı bir sadeliğe karar vermekle muhtemel bir tanışıklığı tepersiniz. Belki yemediğiniz musakka, ısmarladığınız İzmir köfteden daha lezzetlidir. Ya da öbür kanaldaki film, o anki ruh halinize daha uygundur. Ama yaşam, vazgeçtiğiniz şeye ilişkin ipucu vermez. Geri dönüp, o günü gökkuşağı desenli bir elbiseyle yeniden yaşama şansınız yoktur. Bu seçim oyununda vazgeçtiğiniz şey, seçtiğinizden daha değerliyse pişmanlık kaçınılmazdır. Ama neyin değerli olduğunun kararı da yine size aittir. Ve vazgeçtiğiniz şey bazen bir saray, bazen şöhret sahnesinin parıltılı neonları da olsa, çoğu zaman gözünüz hiç arkada kalmaz. Çünkü duvarlarına sevdiğinizin kokusu sinmiş bir ev ya da sevdiğiniz kadınla paylaşamadığınız bir saray sizin borsada kolay feda edilebilir değerlerdendir. Hayata bir başka gözle bakmayı öğrendiyseniz, bu seçimde kazandıklarını sananlara yalnızca acıyarak gülümsersiniz.

Her şeyin sıradanlaştığı bir dünyada bazen kaybetmek en doğru seçimdir.

Ve o dünyada en yerinde tercih; vazgeçiştir.

Can Dündar

Martılar

Bundan yüzyıllar önce deniz aşırı, çok güzel bir ülke varmış. Tabi her masalda olduğu gibi bu masalda da o ülkenin bir kralı ve tabii ki bir de prensesi varmış. Prenses dünyalar güzeli bir kızmış. Kralın emri ile her gün prenses dolaşmak için saray muhafızları ile birlikte sarayın dışına çıktığında ona bakmak yasakmış.

Halk onun dolaşmaya çıktığı ilan edildiğinde eğilir ve gözlerini kapatır, ya da evlerine kaçışırmış. Onu görmenin bedeli ölümle cezalandırılırmış. Günlerden bir gün yine prenses dolaşmak için çıktığında.

Fakir bir köylü delikanlı iradesini yenememiş ve yavaşça başını kaldırıp prensese bakmış ve başını kaldıran fakir delikanlı ile prenses o anda göz göze gelmişler. Tabii ki. Tahmin edeceğiniz gibi fakir delikanlı pensese inanılmaz bir aşkla tutulmuş. Prensesin de o derin bakışlarının boş olmadığını düşünen fakir delikanlı günlerce uyuyamamış ve ölümü bile göze alarak, prensesi bir kere daha görmek için uğraşmış durmuş.

Bu arada fakir delikanlıya da tutulan güzel prenses onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış. Sonunda dayanamayan fakir delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler.

Fakir delikanlı hemen duvardan atlamış ve prensesle konuşacağı anda saray muhafızlarına yakalanmış. Kralın karşısına götürülen delikanlı nasıl olsa ölümle cezalandırılacağını bildiğinden krala prensese duyduğu aşkını anlatmış. Kral ölüm emrini vereceği anda prensesin yalvarışlarına dayanamamış ve fakir delikanlıya başka bir ceza vermeyi kabullenmiş.

İşte hikayemiz de zaten burada başlıyor. Hemen bir gemi hazırlattıran kral gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener yaptırmış ve fakir delikanlıyı da o adada yanlız yaşamaya mahkum etmiş.

Aradan bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan fakir delikanlı prensese olan aşkını kağıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış. Artık bütün martılar fakir delikanlının prensese olan aşkından haberdarmış. Sonunda martılar bile fakir delikanlıyı anlamış ve yazdığı mektupları prensese götürmeye başlamışlar.

Ve zamanla prensesin de yazmış olduğu mektupları fakir delikanlıya götüren martılar aracılığı ile aşkları iyice büyümüş; ta ki bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine dek.

Tabii korkulduğu gibi olmamış. Ağlayan kızına sarılan kral, hayvanların bile bu aşkı anlarken kendisinin anlayamadığı için kendisinden utandığını söyleyerek prensese hemen bir gemi göndertip fakir delikanlıyı getirtip kendisi ile evlendireceğini söylemiş. Buna çok mutlu olan prenses hemen fakir delikanlıya bir mektup yazmış ve olanları anlatmış.

Tabii bu arada mektubu götürmek için bekleyen martıya da her şeyi anlatarak bütün martıları düğünlerine çağırmış. Buna çok sevinen martı mektubu bir an önce ıssız adaya götürmek için yola çıkmış.

Tam yolu yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip hepsinin düğüne davetli olduğunu söylemek için gagasını açtığında mektubun düştüğünü farketmiş. Ve mektubu tüm martılar hep birlikte aramaya başlamışlar. Fakat bir türlü bulamamışlar.

Bu arada prensesten mektup alamayan fakir delikanlı, yazmış olduğu mektupları göndermek için bir tek martı bile bulamamış. Biraz ilerisinde uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlar ve mektubu arıyorlarmış. Prensesin kendisini unuttuğunu yahut istemediğini sanan fakir delikanlı martıların onun için gelmediğini düşünerek, fenerden kendisini kayaların üzerine atarak intihar etmiş.

Ve maalesef kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile karşılaşmışlar.

İşte o gün bugündür, her şeyi düzeltmek için denizler üzerinde uçan martılar o mektubu ararlar. O mektubu bularak o inanılmaz sevgiyi ve her şeyi geri getireceklerini sanırlar ve bu yüzden de hep denizler üzerinde uçarlar.

Yağmurların da ıslandığı bir yağmur vardır. Adı aşk. Ateşlerin de yanıp kül olduğu bir ateş vardır. Adı aşk. Kelebekleri intihara sürükleyen, yıldızları da kaydıran aslında aşk. Gölgelerin gölgede kaldığı bir durumdur, sırların sır verdiği bir haldir aşk. Ve aslında aşkın da aşık olduğu bir aşk vardır ilahi aşk.
 
Mevlana

Çiftçinin Oğlu

Sir Alexander Flemingalıntı sözleri

İskoçya’da yoksul mu yoksul bir çiftçi yaşardı. Fleming’di adı. Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor.

Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkardı ve acılı bir ölümden kurtardı. Ertesi gün Fleming’in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini.

‘‘Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum’’ dedi.Yoksul ve onurlu Fleming ‘‘Kabul edemem!’’ diyerek ödülü geri çevirdi.

Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü. ‘‘Bu senin oğlun mu?’’ diye sordu aristokrat. Çiftçi gururla ‘‘Evet!’’ dedi. Aristokrat devam etti: ‘‘Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.’’

Bu konuşmalar sonunda Fleming’in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming’in oğlu Londra’daki St. Mari’s Hospital Tıp Fakültesi’nden mezun oldu ve tüm dünyaya adını penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu.

Bir süre sonra aristokratin oğlu zatürreye yakalandı. Onu ne mi kurtardı?

Penisilin!

Aristokratin adi: Lord Randolp Churchill.

Oglunun adi: Sir Winston Churchill.

Kurtaran doktor: Çiftçinin oğlu Sir Alexander Fleming.

Gül Yaprağı

gül yaprağıalıntı sözleri

Uzakdoğu’da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.

Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra söz’süz konuşmaları başladı.

Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.

Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üsünde yüzüyordu ve su taşmamıştı. İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.