Çiçekle suyun hikayesi

Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar. İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.

Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, suya aşık olmuştur.

İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, “Sırf senin hatırın için ey su” diye…

Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.

Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba “Su beni seviyor mu?” diye düşünmeye başlar.

Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle… Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.

Çiçek, suya “Seni seviyorum der. Su, “Ben de seni seviyorum” der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine “Seni seviyorum” der. Su, yine “Ben de” der.

Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler…Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya “Seni seviyorum.” der.

Su da ona “Söyledim ya ben de seni seviyorum.” der ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.

Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine… Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; “Seni ben, gerçekten seviyorum.” Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye…Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor: “Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden bir şey gelmez.”

Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki: “Çiçeğin bir hastalığı yok dostum… Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için” der.

Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece “Seni seviyorum” demek yetmemektedir…

Sevgi yalnız bir insana bağlılık değildir. Bir tutumdur. Kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil,bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır.Sevgi her zaman kolların açık duruşudur, sevgi için kollarınızı kaparsanız, kendiniz dışında tutacak hiçbir şey kalmadığını görürsünüz. Hayat sevginiz, en yüksek umudunuza beslediğiniz sevgi olsun, en yüksek umudunuz da en yüksek hayat düşünceniz olsun.

Birbirimize söylediğimiz sevgi sözcükleri, yüreğimizin gizli cennetinde depolanır. Bir gün yağmur olarak düşer, ya da etrafa çiğ gibi yayılır.Böylece sevgi dünyamız yeşillenir.

Mevlana

Sana bir müjdem var

 

Uzun yıllardır bu sevinçli haberi bekliyordu Sanki ayakları yerden kesilmiş heyecanından uçuyordu Hemen beyine, annesine, ne bileyim, onun derdini yüklenen herkese bu müjdeli haberi vermeliydi Hızlı hızlı hastane merdivenlerinden indi Gördüğü herkese gülümsüyordu Kapıdaki dilenci çocuğa çıkarıp 20 milyon verdi Çocuk şaşkınlık içinde gözleri faltaşı gibi açılmış:

-Bu çok değil mi abla? diyebildi

Tebessüm ederek yolun karşısına geçti Bir taksiye binip doğruca beyinin dükkânına gitti İçeride müşteriler vardı Telaşla içeri girince beyi:

-Ne oldu Hatice?! dedi Hatice:

-Seninle çok önemli bir konuyu konuşmam lâzım Burada olmaz! deyince, beyi merak içinde onu bir çay bahçesine ***ürdü Hatice hanım, beyini sakinleştirmeye çalışırken kendi içi içine sığmıyordu:

-Muratçığım, sâkin ol şimdi, sana bir haberim var! Duyunca lütfen heyecanlanıp bağırma! Beyi daha bir meraklanmış ve:

-Hadi ne olduğunu anlatmayacak mısın? deyince, Hatice hanım, sırrını beyinin kulağına fısıldadı

-Hâmileyim!

Beyi önce duraksadı, sonra:

-Allah’ım, Sana şükürler olsun! diye bağırmaya başladı Âdetâ çocuklar gibiydi, yerinde duramıyordu Bütün gücüyle çığlık atmak ve baba olduğunu bütün dünyaya ilân etmek istiyordu Herkes başlarını çevirmiş tebessümle onları izliyordu

Murat bey:

-Hatice, ben bile unuttum, kaç yıldır bu bebeğin yolunu gözlüyoruz! dedi

-10 yıldır, Murat’ım, 10 yıldır! dedi Hatice hanım

Murat bey, annesine, akrabalarına telefon açıyor; Hatice hanım da sevinç gözyaşlarıyla onu seyrediyordu

Sanki evliliklerinin en güzel günlerini geçiriyordu Hatice Ne istese ânında oluyordu Kahvaltısı yatağına geliyor, bir dediği iki edilmiyordu Hem şaşkın, hem de sevinç içindeydi

Kayınvâlidesiyle de problemleri sanki bir anda bitmiş, ana-kız gibi olmuşlardı

* * *

Hamileliğin üçüncü ayında, doktor, ultrasonla bebeği inceliyordu Birden yüzü değişti Hatice’nin kalbinin atışı değişmiş, bakışını doktorun mimiklerine odaklamıştı

Doktor sıkıntıyla Murat beyi de çağırdı Hatice’yle beyi çok korkmuşlardı Neler oluyordu Doktor:

-Sizi üzmek istemem, ama gerçekleri söylemem gerekiyor Bu çocuğun beyninde bir tümör var Doğarsa zekâ özürlü olacak İsterseniz hemen kürtaj yapalım, isterseniz bir hafta düşünün Sonra karar verirsiniz dedi

Hatice olduğu yere yıkıldı Beyi ise o kadar şaşkındı ki, gözü Hatice’yi bile görmüyordu Sevinç yumağı olan evleri bir anda mâtem ocağına dönmüştü Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu

Haberi, yavaş yavaş bütün akrabaları duydu Herkes akıl vermeye başladı

-Nasıl uğraşacaksın onunla Biz, akıllı çocukla bile baş edemiyoruz, aldır gitsin! diyenler bir tarafta

-Müftüye danış, günah! diyenler, Onunla her gün uğraşırken tahammül edemez, sonunda sert davranmaya başlarsın O zaman her gün vicdanının kâtili olacağına, bir kere aldır, bir kere kâtil ol! diyenler

* * *

Artık kimseyle görüşüp konuşmak istemiyorlardı İşin garip tarafı, eskisi gibi birbirleriyle de konuşmuyorlardı

Murat bey:

-Hatice, kararı çabuk vermemiz lâzım! deyince, Hatice hanım:

-Ne yapalım? dedi Murat bey:

-Bence kürtaj! Allah, sonra tekrar verir! dedi Hatice bu cevaptan irkilmişti:

-Yani evlat kâtili mi olacağız? diyebildi Beyi:

-Ama zekâ özürlü olacak, nasıl bakarız? Elâlemin içine nasıl çıkarız? Nasıl «bu çocuğumuz!» deriz diye cevap verdi Hatice büyük bir kararlılıkla:

-Hayır, ben bu çocuğu yıllardır Allah’tan diliyorum Şimdi verdi ve bizi imtihan ediyor Murat’ım, ne olur aldırmayalım! dedi

-Hatice, ben zekâ özürlü bir çocuk istemiyorum!

-Allah’ın sana verdiğine râzı değil misin? Hatırlasana ne kadar sevinmiştin baba olacağına!

Murat susuyordu Hatice gözyaşlarıyla devam etti:

-Belki akıllı olsa hayırsız olacaktı, o zaman, «Keşke akılsız olsa da hayırsız olmasa!» derdik Kimbilir belki bu bizim için hayırlıdır Ne olur, evlad kâtili olmayalım!

* * *

Hatice hanım, bütün gece duâ etti, ağladı Rabbine sığındı:

Rabbim! Ne olur nefsime uydurma! Başkalarının sözüne bakıp da kâtil olmama izin verme! Dayanma gücü ver Şifâ ancak Sen’de!

Sabah olunca Murat Bey:

-Eğer çocuğu aldırmazsan senden ayrılırım! diyerek Hatice’nin dünyasını bir kez daha başına yıkmıştı

Hatice hanımın bir karşılık vermesini beklemeden kapıyı çarpıp çıkan Murat bey, arabasına bindi ve kontağı çevirmeye başlamadan önce düşüncelere daldı:

Ben senden ayrılamam Hatice, ayrılamam Ama senden bu çocuğu aldırmanı istiyorum Aldırmıyorsun! diye söylendi

* * *

Hatice eşyalarını topladı, annesinin evine gitti Olanları annesine anlattı Annesi Hatice’ye kızıp:

-Beyin haklı, sen çocuk hasretiyle ne istediğini bilmiyorsun! diye çıkıştı

Onları, sessiz köşesinde Kur’ân okuyan Şefika nine dinliyordu Annesi mutfağa gidince Hatice’yi yanına çağırdı Hatice’nin başını kucağına yaslayıp:

-Kızım, canı veren Allah’tır Almak da O’nun hakkıdır Korkma! Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez Demek, sen bunu kaldıracaksın ki, sana veriyor Belki rızası bunda gizlidir Sabret ve kâtil olma! dedi

Hatice kararını verdi Doktoruna gitti:

-Yavrumu doğurmak istersem, benim sağlığıma bir zararı olur mu, doktor hanım? diye sordu Doktor:

-Hayır, hâmileliğin normal, anormal olan çocuk! dedi

-O zaman aldıramam! dedi ve geri döndü

Beyine telefon açıp, kesinlikle çocuğu doğuracağını, Allah katında sorumlu olmaktan korktuğunu söyledi ve Ben kaderime râzıyım! diyerek telefonu kapattı

Beyi telefonda duyduklarından sonra yaptığına pişman olmuş ve başkalarının dediklerine kulaklarını tıkayarak, vicdanın sesini dinlemeye karar vermişti O akşam Hatice’nin yanına gitti, bir demet kırmızı gül yaptırmış, güllerin üstüne de küçük bir not eklettirmişti:

Ben de kaderime râzıyım!

* * *

Sevinçle evlerine döndüler yla geçen altı ay sonra doğum zamanı gelmiş çatmıştı Hem üzgün, hem sevinçli, hem buruk bütün zıt duyguları beraber yudumluyorlardı sanki

Dört saatlik bir beklemeden sonra bebeğin ağlaması koridorda duyuldu Murat Bey olduğu yere çöktü Ellerini açtı ve:

-Rabbim sevgisini de, sabrını da ver İsyân ettirme! diye duâ etti

Bu sırada yanına kadar gelmiş olan hemşirenin sesiyle irkildi:

-Müjde oğlunuz oldu!

İki eliyle gözyaşını sildi Bebeği kucağına aldı Bir anda sıcacık bir sevgi seli aktı kalbine, öptü kokladı

-Hoş geldin Sabri! diye mırıldandı Bir anda ağzından çıkan bu isim, onu ttu Evet, adı Sabri! dedi

Ertesi gün bebeğin tahlilleri yapıldı Doktor, tedirginlikle bekleyen anne-babanın yanına giderek sevinçle:

-Müjde, bebeğiniz çok sağlıklı! Sandığımız gibi zekâ özrü yokmuş! dedi

Odadaki herkes sevinç gözyaşları döküyordu Murat bey, kendisinden utandı

-Rabbim beni affet, affet! diye ağlamaya başladı Hatice’ye döndü:

-Eğer senin îmân kuvvetin ve kararlılığın olmasaydı, şimdi bir evlad kâtili olacaktım Sen de beni affet! dedi

 

Çok lezzetli

 

Lokman Hakîm, zengin bir adamın kölesiydi. Bir gün Lokman Hakîmin efendisine olarak bir meyve getirdiler. Efendisi, Lokman Hakîmi sevdiği için, onu çağırdı ve meyveyi kesip ona bir dilim verdi. Lokman, o dilimi bal gibi, şeker gibi yedi. Hem de öyle lezzetle yedi ki Lokman’ın efendisi, ikinci dilimi de kesip sundu. Böyle, böyle meyveyi tekmil yedi; yalnız bir dilim kaldı.

Efendisi “Bunu da ben yiyeyim; bir bakayım, nasıl şey, herhalde tatlı bir meyve” dedi. Çünkü Lokman, öyle lezzetle, öyle zevkle, öyle iştahlı yiyordu ki görenlerin de iştahı geliyordu. Efendisi o dilimi yer yemez meyvenin acılığından ağzını bir ateştir sardı, dili uçukladı, boğazı yandı. Bir eyyam acılığından adeta kendisini kaybetti.

Sonra Efendisi:

“A benim cânım, böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin, bu ne sabır? Niçin ben yiyemem demedin” dedi.

 Lokman dedi ki:

“Ey marifet sahibi efendim! Elinle sunduğun bir şeye nasıl olur da “bu acıdır” diyebilirim! Senin ihsan ettiğin herşey bana şifadır. Senin nimetler bağışlayan elinden o kadar rızıklandım ki, utancımdan adeta iki kat olmuşumdur. Çünkü vücudumun bütün cüzleri senin nimetlerinden meydana geldi”

 

Bu nedir?

 

60lı yaşlarda baba 25 – 30 yaşlarda oğul, beraber bahçede oturuyorlardı. Ağaca bir kuş gelmiş , bir yere bir ağaca neşeyle oynuyordu, baba oğluna sordu

-Bu nedir?

-Evlat cevapladı

-Kuş

Babanın gözü kuşdaydı devamlı onu takip ediyordu ve tekrar oğluna sordu.

-Bu nedir?

-oğlu sıkılgan bir şekilde Kuş dedi.

Babanın gözü yine kuştaydı ve tekrar oğluna sordu

-Bu nedir?

Oğlu hiddetli ve kızgın bir ifadeyle

– Kuş, o Kuş baba neden tekrar tekrar soruyorsun bilmiyor gibi; diyerek çıkıştı.

Baba sanki bu tepkiyi ondan beklercesine ve ona hayatının en büyük dersini vermek için ayağa kalktı ve eve yöneldi.

Az sonra elinde bir defterle tekrar geri geldi ve oğlunun yanına oturdu.

Bir sayfayı açtı ve okumasını istedi, oğul içinden okuyacaktıki babası sesli okumasını istedi, ve notta şunlar yazılıydı.

 -Bugün oğlumla beraber parka gittik, oğlum yürümeye ve konuşmaya başladı, ve biz otururken bir kuş geldi, oynuyordu;

Oğlum sordu

-Bu ne

-Kuş

Tekrar sordu

– Bu ne

-Kuş

O sordu, sormayada devam etti onlarca kez, ben ise her seferinde kuş dedim sevgiyle ve en sonunda oda bana, bu kuş dedi. Seviyorum SENİ canım oğlum benim, İyiki geldin aramıza neşe kattın canımıza…

 Oğul bu notu okuduktan sonra yutkundu gözleri doldu ve babasına sarıldı şunları diyebildi.

-Af et beni babacığım o sabrı ben gösteremedim özür dilerim canım babam seni çok Seviyorum….

Sağ iken değerini bilmediğimiz yada bilemediğimiz üzdüğümüz Anne ve Babalarımızdan özür dileyelim, yarın geç olmadan. Bugün telafi edebilirsin, kaybettikten sonra Vicdanın bırakmayacak keşke diyeceksin ne olur babam yanımda olsaydın, her şeyime karışsaydın diyeceksin belki de, nerdesin babam özledim seni diyeceksin ve gözyaşlarına boğulacaksın.

 

Sabır çanağı

 

Sabırla ilgili çok meşhur bir deyim vardır, Sabır çanağı taştı, diye Hikayesi ise şöyle; zengin bir adam genç yaşta ölmüş Karısı da bir yıl sonra ölünce, mallarının tek varisi olan küçük kızlarına amcası vasî olmuş Amcası, yengesi ve oğulları, yetim kızcağızın hem mallarını yerler hem de hizmetçi gibi davranırlarmış

Bütün ev halkının ayrı ayrı tafralarını çeken, hakaretlerine hedef olan bu yavru, sık sık dayak yermiş Halini kimselere anlatmasını beceremez ve hiç kimse ile konuşturulmayarak çamaşır, bulaşık, ortalık temizliği mutfak işleri gibi adi hizmetlerde çalıştırılırmış Kabahati olsun olmasın her gün dövülerek korkutulurmuş

Tavan arasındaki odasında geceleri geç vakitlere kadar ağlayan kızcağız, bir gece rüyasında Eyüp Peygamberi görmüş

Rüyasında Eyüp Peygamber, bu kızın derdini dinlemiş, sırtını sıvazlamış, onu teskin ve teselli etmiş, Sabır tavsiye ederek kendisine bir çanak vermiş

—Bak yavrum, bu çanağı gizli bir yerde sakla Her gün bildiğin duaları oku ve vaktin oldukça “Ya sabır” çek ve bu çanağa üfle Derdini bu çanağa anlat Gözyaşlarını bu çanağa biriktir Bir gün bu çanak taşacak ve senin çilen de o zaman dolacak

Kız sabahleyin erkenden uyanmış Rüyasında gördüğü nurani yüzlü ihtiyarı bir türlü unutamıyormuş Rüyasın çok tesiri altında kalmış Uzun uzun hayallere dalıp mahmur mahmur düşünmüş Sonra kalkıp giyinmek için dolabını açmış Bir de ne görsün? Eyüp Peygamberin rüyasında verdiği çanak… Çok şaşırmış, ama bu sırrı kimseye söylememesi gerektiğini düşünerek, sessizce çanağı alıp bağrına basmış

Aradan aylar geçmiş, kız günde 2-3 defa odasına çıkar, gizlice dolabını açar, Sabır çanağını öper, derdini çanağa anlatır, ağlar, teselli bulurmuş

Çanağın dibinde peyda olan berrak, şeffaf ve koyuca kıvamlı bir sıvı her gün biraz daha çoğalmaya başlamış Günler geçtikçe bu berrak sıvı çanağı iyice doldurmaya yüz tutmuş Bu arada kızın hayatı da çekilmez bir hal almış

Hatta sıcak yemek yüzüne hasret kalmış Her gün birkaç öğün dayak yer olmuş Bir gece geç vakitlere kadar uyumayan ve hüngür hüngür ağlayarak çanağa derdini döken kızcağız, sabahleyin dolabı açtığında çanağın taşmak üzere olduğunu görmüş

Acaba şimdi ne olacak diye uzun uzun düşünmüş O sırada kendini aşağıdan çağırmışlar Korkudan eli ayağı birbirine girmiş ve çanağı nasıl tuttuğunu anlayamadan sallayarak yerine koyup aşağı koşmuş

O gün bütün ev halkı hazırlanmış, vapurla İstanbul’a gidiyorlarmış Kızı bekçi olarak eve bırakmışlar Sıkı tembihatlar vermiş ve talimatlarda bulunmuşlar

Ev halkının bindiği vapur, fırtına yüzünden kazaya uğramış ve ev halkının hepsi de boğularak ölmüş Sabırlı kız, babasından kalan mallara sahip olduğu gibi zalim amcasının da tek mirasçısı olmuş Artık sabredemez oldu, manasına gelen, “Sabır çanağı taştı” deyiminin hikâyesi bu şekilde anlatılmaktadır

 

Tecrübeye Saygı

a8575170-5601-4bad-a4b0-e36f61f82f9calıntı sözleri

Çok eski zamanlardan birinde kötü bir âdet varmış. Yaşlılar artık iyice ihtiyarlayıp iş yapamaz duruma geldiklerinde ormana götürülür, orada yırtıcı hayvanlara bırakılırmış. Böylece zaten az olan yiyeceklerin, çalışan gençlere yetmesi sağlanmaya çalışılırmış .İhtiyarları belli bir yaştan sonra evde tutmak yasak olduğundan kimse yaşlı anne babasını evde gizleyemez, herkes komşusu görüp ihbar edecek diye korkarmış.

İşte bir gün yaşlılardan birini, oğlu ormana götürüp bırakmak istemiş. Kış mevsimiymiş. İhtiyar, oğul ve küçük torun beraberce ormana gitmişler. İhtiyarı bırakmış dönüyorlarmış ki, küçük torun oyuncak kızağını dedesinin yanında unuttuğunu fark etmiş. Babasına dönüp almalarını söylemiş. Babası umursamayınca da:

– Kızağımı almalıyım, yoksa sen yaşlandığında seni neyle ormana götürüp bırakacağım, demiş.

Oğul o an anlamış ki, ihtiyar babasının kaderi, yaşlandığında kendi kaderi de olacak. Dönüp babasının ellerini çözmüş. Alıp eve geri getirmiş. Samanlıkta saklayıp her gün ona gizlice yemek vermeye başlamış.

Bir süre sonra köyde hayvanlar arasında bir hastalık yayılmış. Hayvanlar birbiri arkasından ölüyormuş. İhtiyar oğluna şöyle demiş:

– Hastaları iyilerden ayır. Onlara şu şu otlardan ilaç hazırla. Sağlıklılara da şöyle şöyle yap.

Oğlan ihtiyar babasının dediklerini yapmış. Gerçekten de onun hayvanları arasında ölüm azalmış. Çoğu kurtulmuş.

Bayram geldiğinde her sene olduğu gibi, o sene de köy halkı kurbanlar kesmeye başlamış. İhtiyar oğluna şu öğüdü vermiş:

– Köyde hayvan çok azaldı. Senin de fazla hayvanın yok. Bu sene kurban kesme.

Gerçekten de bir iki ay içinde bütün köy, tarlalarda çalıştırılacak hayvan sıkıntısı çekmeye başlamış. Ama ihtiyarın öğüdünü dinleyen gencin hayvanı varmış.

İlkbahara doğru köyde artık ekmek yapacak tahıl bile kalmamış. Ama asıl sorun, tohumluk olarak kullanılabilecek kadar bile tahıl olmamasıymış. Tarlaya ne serpeceklerini, gelecek senenin mahsülünü nasıl hazırlayacaklarını bilemiyorlarmış. İhtiyar bu konuda da oğluna öğüt vermiş:

– Yavrum, ahırın çatısı samanla doldurulmuştur. Onları çıkar, yeniden döv. Oradan tohumluk buğday çıkarabilirsin.

Oğlan, ihtiyar babasının dediği gibi yapmış. Köyde tohumluğu olan tek aile onlar olmuş. Bütün köy halkı bu gencin büyücü olduğunu düşünmeye başlamış. Öyle ya, herkesin işi kötü giderken, bu evde garip bir şekilde kötülüklere bir çare bulunuyormuş.

Evi gözlemeye başlamışlar.

Sonunda da gerçek anlaşılmış, ihtiyar babanın hâlâ yaşadığı ortaya çıkmış.

Köylüler genci krala şikâyet etmiş. Kral önce yasalarını hiçe sayan gence kızmış. Ama olup bitenleri dinledikten sonra iyi ve yerinde bir öğüdün çok şeyi değiştirebileceğini kabul edip, ihtiyarlarla ilgili yeni bir kanun çıkarmış. Bundan böyle çocuklar, anne ve babalarına yaşlılıklarında bakacaklar. Onların gönlünü hoş tutacaklar. Çünkü onların hayat deneyimlerinden her zaman için öğrenebilecekleri şeyler var…

Tecrübe; hayatta yenmiş kazıkların bileşkesi değil, ustalardan ustalığı öğrenmektir.Her şeyi tecrübe edemeyeceğine göre, başkalarının tecrübelerine ihtiyacın var

Tabiat çoğunca dosttur. Düşman gibi gözüktüğü zaman bile insanoğluna kudretini ve kuvvetini tecrübe imkanları veren, yüz vermez bir babadır;fırtınasında kayığını batırdığı zaman yüzmesini, rüzgarında kulübenin damını uçurduğu zaman daha sağlamı, daha hünerliyi bulmayı öğretiyor.

Sevgi, Zenginlik ve Başarı

sevgi9alıntı sözleri

Alışverişe gitmek üzere evden çıkan bir kadın, kapısının karşısındaki kaldırımda oturan bembeyaz sakallı üç yaşlı adamı görünce önce duraksadı. Sonra; onları, tüm içtenliğiyle evine davet etti. “Burada böyle oturduğunuza göre, üçünüz de kesinlikle acıkmış olmalısınız” dedi. “Lütfen içeri gelin, size yiyecek bir şeyler hazırlayayım.” Üç yaşlıdan biri, kadına, eşinin evde olup olmadığını sordu. Kadın, eşinin biraz önce çıktığını, şu anda evde olmadığını söyledi. Yaşlı adam, başını iki yana salladı: “Eşiniz evde değilse, biz de davetinizi kabul edemeyiz” dedi.

Akşam eşi geldiğinde kadın, karşı kaldırımdaki yaşlı adamlarla arasında geçen konuşmayı anlattı. “Senin evde olmadığını öğrenince, içeri girmek istemediler” dedi. Yaşlı adamların bu davranışlarını öğrenince, kadının eşi üzüldü. “Bir bakıversene dışarı” dedi. “Hâlâ oradalarsa, şimdi davet edebilirsin eve.” Kadın kapıyı açar açmaz, karşı kaldırımdaki bembeyaz sakallı üç yaşlıyla yeniden karşılaştı. Eşim geldi, şimdi evde” dedi ve onlara davetini yineledi: “Yemeğimizi birlikte yemek için sizi şimdi davet edebilir miyim evimize?” Kadının davetine, yaşlılardan biri yanıt verdi: “Biz üçümüz birlikte gelemeyiz” dedi. Ve kısa bir duraksamadan sonra, bir açıklama yaptı: “Sağ yanımdaki bu arkadaşımın adı, Zenginliktir” dedi. “Bu yanımda oturan arkadaşımın adı Başarı, benim adım ise Sevgidir.” Kendini ve arkadaşlarını tanıttıktan sonra Sevgi, kadına ilginç bir öneride bulundu: “Şimdi evinize gidin ve eşinizle baş başa verip, bir karara varın dedi. “İçimizden yalnızca birimizi davet edebilirsiniz evinize. Hangimizi davet etmek istediğinize karar verin, sonra gelin, kararınızı bize bildirin.”

Kadın, Sevgi’nin önerisini eşine anlattığında adam, sevinçten göklere fırladı. “Aman ne güzel, ne güzel” dedi. “Hangisini davet edeceğimizi bize bıraktıklarına göre, biz de içlerinden Zenginlik’i davet ederiz ve evimiz de bir anda Zenginlik’e kavuşmuş olur. Eşinin kararı, kadının hiç de hoşuna gitmedi. “Başarıyı davet etsek, daha mantıklı bir karar vermiş olmaz mıyız, kocacığım?” dedi.

Kayınvalidesiyle, kayınpederinin bu konuşmasına, içerideki odada bulunan gelinleri de kulak misafiri olmuştu. Koşarak içeri girdi ve o da kendi önerisini söyledi: “En doğru karar, Sevgi’yi davet etmek değil midir?” dedi. “Düşünsenize, evimiz bir anda Sevgi’ye kavuşacak.’ Gelinin bu önerisi, kayınpederinin de, kayınvalidesinin de çok hoşlarına gitti.

“Tamam, en doğru karar bu olacak dediler. “Sevgi’yi davet edelim…”

Kadın kapıyı açtı ve üç yaşlıya birden sordu: “İçinizde hanginiz Sevgi’ydi?” dedi. “Onu davet etmeye karar verdik. Lütfen buyursun…” Sevgi ayağa kalktı, eve doğru yürümeye başladı. Arkadaşları da ayağa kalktılar ve Sevgi’nin arkasından, onlar da eve doğru yürümeye başladılar. Kadın, büyük bir şaşkınlık ve heyecan içinde, Zenginlik’le Başarı’ya sordu: “İnanamıyorum siz de geliyorsunuz?” dedi. Kadının bu sorusuna, üç yaşlı birlikte yanıt verdiler: “Eğer içimizden yalnızca Zenginlik’i ya da Başarı’yı davet etmiş olsaydınız, davet edilmeyen ikimiz dışarıda bekleyecektik” dediler. “Fakat siz Sevgi’yi davet ettiniz. Bu durumda üçümüz birden gelmek zorundayız evinize.” Ve kadının “Niçin?” diye sormasını beklemeden, Zenginlik ve Başarı sözlerini şöyle sürdürdüler:

“Çünkü Sevgi’nin olduğu her yerde, biz Zenginlik ve Başarı da her zaman, onun yanında oluruz.”

Sevginin hiçbir maddi tarafı yok. O, bedene diğer duygular ya da tutkular gibi haz ya da acı vermez. Çünkü onun sahası ruhtur. O yalnızca huzurdan ve devamlılıktan ibarettir.

Panait Istrati

Evren, her an, bize yeni bir hayat vermeye, yeniden başlamaya, yeni fırsatlar yaratmaya, olayları mucizevi şekilde iyileştirmeye, tüm karanlığı aydınlığa ve sevgiye dönüştürmeye hazırdır.

Marianne Williamson

 

Aşk ve Zaman

zamanalıntı sözleri

Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış; Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk da dahil… Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi, adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.

Aşk, adada kalan son duygu olmuş. Çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş. Ada neredeyse battığı zaman; Aşk, yardım istemeye karar vermiş.

Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde yakından geçmekteymiş. Aşk:

– Zenginlik! Beni de yanına alır mısın?

Zenginlik:

– Hayır, alamam! Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok!

Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir’i fark etmiş.

– Kibir, lütfen bana yardım et!

Kibir:

– Sana yardım edemem Aşk! Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedersin!

Üzüntü yakınlardaymış… Aşk ona da seslenmiş:

– Üzüntü, seninle geleyim…

– Of, Aşk! O kadar üzgünüm ki; yalnız kalmaya ihtiyacım var!

Mutluluk da oralardan geçmekteymiş ama o kadar mutluymuş ki Aşk’ın yardım çağrısını duymamış bile. Aşk, birden bir ses duymuş:

– Gel Aşk! Seni yanıma alacağım!

Bu Aşk’tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki kendini onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş. Yeni bir kara parçasına vardıklarında; Aşk’a yardım eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi’ye sormuş:

– Bana yardım eden kimdi?

– O, Zaman’dı diye cevap vermiş Bilgi.

– Zaman mı? Neden bana yardım etti ki? diye sormuş Aşk.

Bilgi gülümsemiş:

-Çünkü sadece Zaman, Aşk’ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir!

Zaman, yeryüzündeki her türlü girişimde rolü olan başlıca etkenlerden biri ve eşşiz bir kaynaktır. Herkes, her gün eşit zamana sahiptir. Zaman biriktirilemez,başlatılıp durdurulamaz ve geçen zamanın yerini hiçbir şey dolduramaz.

İnsanlar zamanın değerini bilmezler. Ne zaman ki zamanı iyi ve faydalı şeylerle doldurdular, zaman onlara yetmedi, yirmi dört saat az kaldı onlara, işte o zaman zamanın değerini anlarlar.O anlarda zamanın adeta durmasını istersiniz. Zamanın en kısa dilimi olan ‘an’ bile sizin için çok değeri olur.

Çirkin Postacı

 

Dünyanın bana zindan olduğu günlerdi. Sanırım birkaç defasında da evden ağlayarak dışarı çıkmıştım. Hayatım kararmıştı da bir ışık bekliyordum sanki ama yoktu. İşte böyle düşündüğüm günlerde daire kapıma sıkıştırılmış bir Mektup buldum. Hayretle baktım üzerinde göndericisi yazmayan zarfa. Sonra odama girip açtım…

“Acıları paylaşmak insanların vazifesidir” diyordu. “Senin geçtiğin sokakta ben de vardım. Ama sokakta ya ben olmamalıydım veya paylaşılmamış acılarını dışarı yansıtan bir insan olmamalıydı!…”

Mektubun sonunda da isim yazmıyordu. Peki kimdi bu? Kimdi, neden yazmıştı bu notu ve neden bana yazmıştı? Aslında hoş sözlerdi…Ve aslında bir mektuba da deliler gibi ihtiyacım vardı. Acaba dediğini yapacak mıydı, yazacak mıydı her gün?.. Bunu zaman gösterecekti. İlk gün kafam karıştı. Hem kendi problemlerimi hem dün gelen mektubu, hem de yeni mektupların gelip gelmeyeceğini düşünüyordum. Sonraki gün posta kutumda beyaz bir zarf buldum. Kalbimin çarptığını hissettim… Yazı aynıydı, odama girip okumaya başladım mektubu.

Bu inanılmazdı.. Bir bardak su içercesine bitiverdi mektup. Doymadım! Bir bardak su daha almış gibi, susuzluğumu kandırır gibi yeniden okudum altı sayfayı… Sanki tanıyordu beni, sanki yıllardır dertleşiyordum onunla… Altıncı sayfanın sonunda diyordu ki; “Yarın yine yazacağım…” Yarın yine yazdı, öbür gün yine… Ve sonraki günler yine yazdı…

Her mektubunun sonunda, yarın yine yazacağına ait not vardı ve her gün de dediğini yapıyordu. Her gün işyerinden dönerken kalbim çarpıyordu heyecanla… Her gün görüyordum posta kutumun bugün de boş olmadığını ve gariptir; artık yapayalnız olmadığımı, kalbimin boş olmadığını hissediyordum. Bu mektuplar yüreğime giriyor sıkıntılarımı eritiyor ve beni yarınlara doğru itiyordu. Zannediyordum ki; bunlar olmadan yaşayamayacağım. Öylesine alışmıştım ki onlara, olmasalar sanki nefes alamayacağım!… Vakit buldukça oturup eski mektupları bile yeniden okuyordum.

Zaman geçti ve zamanla beraber sıkıntılarımda geçti. O günlerden geriye sadece eski mektuplar kaldı. Bir gün içimde karşı koyamadığım bir merak peydahlandı; kimdi bu? Nasıl biriydi? Onunla ilgili her şeyi merak etmeye başladım. O her gün yazıyordu ve nasılsa her gün yazmaya devam edecekti. Bundan emin olduğum için de, yazılarında anlattıklarından çok nasıl bir kalemle yazdığına, neden bu kağıdı seçtiğine, yazı stiline aklımı takmaya başladım… Yazıları öylesine deva olmuştu ki bana, onunla ilgili her şey de mükemmel olmalıydı. Herşey ama her şey!

O gün evde kalmıştım. Kahvaltı yapmış ve bu harika mektupların en azından nasıl birisi tarafından getirildiğini görmeyi koymuştum kafama… Öğle vaktine doğru sokağa giren postacıyı gördüm. Koşarak aşağı indim. Mektubumu kutuya bırakmıştı, eli henüz havadaydı…Göz göze geldik. Aman Allahım… Aman Allahım, bu ne kadar çirkin bir adamdı böyle! Dondum kaldım… O da başını eğdi döndü ve gitti. Orda öylesine bekliyordum şimdi… Kutuyu açıp mektubu bile alamıyordum. Bunca zaman, bunca güzel bir mektubu, bu kadar çirkin biri mi taşımıştı? O öptüğüm, kokladığım, göğsüme bastırdığım, yastığımın üzerine koyduğum mektuplarıma benden önce bu adamın mı eli değmişti?

Saçmaladığımı biliyordum ama böylesine güzel duygularıma bu çirkin yaratık karıştı diye az önce getirdiği zarfı alamıyordum. Kapıyı açtım, dışarı çıkıp bir adım attım. Çoktan gitmişti. Neye olduğunu bilmiyordum ama çok kızgındım. Zarfa dokunmadan çıktım yukarıya. Odama girdim, eski mektuplarıma baktım. Biliyordum, onlar benim en zor günlerimle bugünüm arasında köprü olmuşlardı, ama onlara da dokunamadım. Bu güzelliğe bu çirkinliği yakıştıramıyordum! Ertesi gün iş dönüşü baktım ki, kutuda hâlâ o aynı kirli mektup var! Almadım. Sonraki gün baktım; aynı mektup yine yapayalnız beklemekte. Bir kaç gün sonra ise kutuya bile dönüp bakmamaya başladım…

Altı yedi hafta sonra dünya yine karanlık gelmeye başladı bana. Bir dosta, bir morale ölürcesine ihtiyaç duymaya başladım… Her şey çok ağırlaşmıştı yeniden. Uyku bile uyuyamıyordum. Mektup aklıma geldiğinde gece yarısını geçiyordu. Tereddüt bile etmeden aşağı indim, kutumu açtım ve mektubu aldım. Bir saat içinde üç defa okumuş, özlemiş olarak göğsüme bastırmış ve uzun zamandır ilk defa böylesine huzur içinde uyuyabilmiştim. Bunlar benim ilacımdı biliyordum. En çok o gün merak etmiştim, bir daha ne zaman yeni bir mektup geleceğini… Ve o akşam gözlerime inanamadım; kutumda mektup vardı. Yazı aynıydı, zarfta yine isim yoktu. Üstelik bunda postanenin damgası da yoktu…

Açtım zarfı;içindeki kısacık mektupta şunlar yazıyordu; “Sana gelmiş bir mektubu kırk sekiz gün okumamakla ne kazandığını bilmiyorum… Ama artık benim sana yazmaya vaktim olmayacak. Çünkü tayinim çıktı ve bugün başka bir şehre gidiyorum. Hoşçakal!  Çirkin Postacı…”

 

Donmuş kalmıştım şimdi… Derin bir pişmanlık düğümlendi boğazıma, hıçkırarak eve girdim. Çantamı açtım; tarakların,rujların ve diğer karışıklığın arasında bulduğum mavi göz kalemiyle, bir kağıda; “Lütfen bana tekrar yaz” yazıp posta kutuma koydum. Bir daha hiç kilitlemediğim kutuda, aynı notum iki yıldır yapayalnız bekliyor…

Denilir ki

Ya ümitsizsiniz, Ya da ümit sizsiniz.Ya çaresizsiniz. Ya da çare sizsiniz.Behçet Necatigil

Küçük olaylar karşısında sabırlı olmazsan büyük planları gerçekleştiremezsin.Çin Atasözü

Her kısın yüreğinde titreyen bir bahar vardır. Her gecenin peçesinin ardında tebessümle

bekleyen bir şalak vardır.Halil Gibran

Dağ ne kadar yüce olsa, yol üstünden aşar.Türk Atasözü

Ya bir yol bulacağız yada bir yol açacağız.Anibal

Nerede olursanız olun elinizdekilerle yapabileceklerinizi yapın.Theodore Roosevelt

Suya düştüğünüz için değil, sudan çıkamadığınız için boğulursunuz.Edwin Louis Cole

Hayat Uzun Değildir, Hele hedef yok ise…

 

Genç bir hanım: “Çalışmaya, hayatımı kazanmaya karar verdim” diyordu.

“Bu karar hiçbir mana ifade etmez…” dedim.

“Neden? Size karar verdim, diyorum.Hem bu kararım kat’î.”

“Bakın! Hayatta kat’î bir karar diye bir şey yoktur. Sadece derhal harekete geçen ve asla harekete geçmeyen insanlar vardır.”

“Beni kolay itham ediyorsunuz. Evet, bu güne kadar hiç bir iş yapmadım. Ama sıhhatim müsait değildi. Sonra, ne iş yapacağımı, hayatımı nasıl kazanacağımı da bilemiyordum.”

“Bugün gideceğiniz istikameti seçtiniz mi?”

“Hayır. Henüz belli bir niyetim yok. Ama yakın zamanda bu hususta da kat’î bir karar vereceğim…”

“İşte hiçbir değeri olmayan yeni bir karar daha…”

“Gene mi itham? Neden değersiz olsun. Yakın zamanda, yani hemen, bugün yarın karar verecek ve işe de başlayacağım.”

“Size şunu söyleyeyim ki, yakın zamanda demek, hiçbir zaman demektir.”

“Vallahi korkunçsunuz. İnsana nefes alacak, düşünecek zaman bırakmıyorsunuz.”

“Düşünecek, nefes alacak epey zamanınız olmuş. Hayır, ben korkunç filan değilim. Sadece sizden daha fazla tecrübe sahibiyim ve bu tecrübeyle biliyorum ki, bir işi başarmak için, onu düşünür düşünmez, derhal ama derhal harekete geçmek şarttır. Bir sene, bir ay, hatta bir gün sonra değil. Derhal, yani hemen şimdi, bugün…”

“Bu kadar acele neden? Daha çok gencim. Bir şeyler yapabilmek için önümde daha uzun bir ömür süresi var.”

“İşte burada yanılıyorsunuz. Hayır. Hayat uzun değildir. Hayat kısadır, hem pek kısadır. Her gecikme, tembellik ve dolayısıyla muvaffakıyetsizlik yolunda atılan bir adımdır. Bir büyük İngiliz filozofu, meşhur Bacon şöyle demiş: ’Bir hareket yaptınız, bir alışkanlık meydana getirdiniz. Bir alışkanlık meydana getirdiniz, bir karakter yarattınız. Bir karakter yarattınız, mukadder atınızı tayin ettiniz.’ Eğer kusurumu affederseniz, size kendimden bahsedeceğim. Ben her sabah saat sekizde çalışmaya başlarım. Şayet bir sabah, tek bir sabah, kendi kendime: ’Dün gece hiç uyumadım. Bugün dinleneyim, yarım çalışırım’ deseydim, ertesi sabah, işi bir ertesi güne bırakmak için bir başka bahane bulacaktım. Böylece, farkına bile varmadan, ihmal ve tembellik vazgeçilmez bir alışkanlık halinde bende yerleşip, kalıverecekti.

“İnsan iradesiyle bir alışkanlıktan pekala vazgeçebilir.”

“Tabii vazgeçebilir. Her gün, her saat, önümüzde yeni bir hayat imkanı hazır, bizi bekler. Marifet, bu fırsatı vaktinde avucuna alabilmektir. Bugün, derhal, hemen. İşte muvaffakıyetin tek şartı. Geçende bir kitap okudum. İsmi ’Bir an… Ya hep ya hiç!’ idi. Ben hayatı işte böyle anlıyorum.  Her şey buna bağlıdır. Çalışmak, başarmak, yani sahiden yaşamak; gün gün, saat saat, saniye saniye… Mazi geçip gitmiş, bizim olmaktan çıkmıştır. İstikbal, meçhuldür, şaşırtıcıdır. Sahip olduğumuz, hükmedebildiğimiz sadece içinde yaşamakta olduğumuz andır. Onu istediğimiz istikamete sevk edebilmek elimizdedir. Vaktinde harekete geçelim, mucize gecikmeyebilir.”

“Peki ama… Nasıl harekete geçmeli?”

“Çok basit… Oturup kendi kendimize sualler soracak yerde, işe girişmekle.”

 

Bugün Tam da İstediğim Bir Gün

güzel bir günalıntı sözleri

Bir gazeteci 102 yaşında olan bir adamla röportaj yapmaya gitmiş.

Haliyle ona bu yaşına kadar nasıl geldiğini, ne tür bir beslenme uyguladığını ve spor yapıp yapmadığını sormuş, uzun ve sağlıklı bir yaşam için ip uçları vermesini istemiş.

Yaşlı ve dinç adam gazeteciye, ben herhangi bir beslenme programı uygulamam ya da çok özel bir egzersiz programım falan yok demiş.

Gazeteci çok şaşırmış, yaşlı adam sözlerine devam etmiş, “Sadece kendimi bildim bileli tek bir şey yaptım ve asla yapmaktan vazgeçmedim.”

Her sabah çok erken kalkarım, odamın perdelerini sonuna kadar açar ve o gün ister çok yağmurlu, çamurlu, gök gürültülü olsun, ister karlı, ister güneşli ya da sisli, kasvetli bir gün olsun…

Gökyüzüne uzun uzun bakar ve ‘Bugün tam benim istediğim gibi bir gün…Bu gün benim için muhteşem geçecek,’ derim.

Dört mevsim

mevsimleralıntı sözleri

Bir zamanlar  dört oğlu olan bir bilge kişi varmış.Çocuklarına acele ve erken karar  vermemelerini ve önyargılı  olmamalarını öğretmek için onları eğitmek istemiş.

Her birini sırayla uzak bir yerde bulunan  ağacın yanına gidip ona bakmak için göndermiş.

İlk oğlan kışın gitmiş, ikincisi  İlkbaharda, üçüncüsü yazın, sonuncusu sonbaharda gitmiş. Sonra bir gün hepsini  bir araya toplamış ve ne gördüklerini sormuş.

İlk oğlan ağacın çirkin, yaşlı ve kupkuru olduğunu söylemiş.

İkinci oğlan, “Hayır yeşillikle doluydu ve canlıydı,” demiş.

Üçüncü oğlan başka fikirdeymiş, “Çiçekleri vardı ve kokusuyla görüntüsüyle o kadar muhteşemdi ki, daha önce hiç böyle bir güzellik görmemiştim,” demiş.

Sonuncu oğlan, hepsinin de haksız olduğunu ve ağacın meyvelerle dolu, canlı ve hayat taşıyor olduğunu bildirmiş.

Yaşlı adam oğullarına hepsinin haklı olduğunu söylemiş, çünkü hepsi farklı mevsimlerde bu ağacı görmeye gitmişler.

Onlara; bir ağacı veya bir insanı, kısa bir süre veya bir mevsim tanıdıktan sonra yargılayamayacaklarını ve neye sahip olup olmadıklarını güzelce anlatmış.

Notlar

Fakat şu anki ipuçlarına dayanarak bir sonuç çıkarmak hata olur! Peşin hükümler vermek insanı gerçeklerden saptırabilir.

Arthur Conan Doyle

İnsan, maddi, düşünsel ve toplumsal yaşam araçlarından yoksun kalırsa, zorluklar içinde yaşamdan umutsuzluğa düşer; gözlerini geleceğe çevirmeksizin yaşar. İnceleme ve araştırma için zaman bulamaz. Kendisinde düşünme yaşamı durur. Yaşam onun için bir tutsaklık olur. İradesinden bile vazgeçmek zorunda kalabilir.

Atatürk

Hayatın Yankısı

yankıalıntı sözleri

Bir adam ile oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarmış. Birden çocuk ayağı takılıp düşer ve canı yanıp ‘AHHHHH’ diye bağırır.

İleride bir dağdan da ‘AHHHHH’ diye bir ses duyuyor ve şaşırıyor.

Merak ediyor ve

– ”Sen kimsin?” diye bağırıyor. Aldığı cevap ‘Sen kimsin?’ oluyor.

Aldığı cevaba kızıp;

– ”Sen bir korkaksın!” diye tekrar bağırıyor. Dağdan gelen ses de aynen

‘Sen bir korkaksın!’ şeklindedir.

Çocuk babasına döner;

– ”Baba ne oluyor böyle?” diye sorar.

– ”Oğlum” der babası,

”Dinle ve öğren!”

Baba dağa dönüp ”Sana,seni Yaratana hayranım!” diye bağırıyor.

Gelen cevap

”Sana,seni Yaratana hayranım!” oluyor. Baba tekrar bağırıyor,

”Sen muhteşem bir sanat eserisin!”

Gelen cevap; ”Sen muhteşem bir sanat eserisin!’.

Çocuk çok şaşırıyor, ama halen ne olduğunu anlayamıyor.

Babası açıklamasını yapıyor:

İnsanlar buna yankı derler, ama aslında bu hayattır. Hayat daima sana, senin verdiklerini geri verir. Hayat yaptığımız davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman daha çok sev! Daha fazla şefkat istediğinde, daha şefkatli ol! Saygı istiyorsan insanlara daha çok saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen de daha sabırlı olmayı öğren. Bu kural hayatımızın bir parçasıdır, hayatımızın her kesiti için geçerlidir.

Hayat bir tesadüf değil, yaptıklarınızın aynada bir yansımasıdır.

Sesler bazen karşılık geldikleri anlamların sınırlarından kurtulur, çıktıkları ağzı, çıkarken değdikleri dili, yankılandıkları damağı, dişleri taşırlar dinleyenin kulağına; seslerle birlikte salınan nefesin ılıklığından başka bir anlamları kalmaz.

Behçet Çelik

Limon Ağacı

limon ağacıalıntı sözleri

Zengin bir iş adamının bahçesinde, yan yana dikilen iki limon ağacı vardı.Günün birinde esen sert bir poyraz, karlı dağların yamaçlarındaki bir grup çiçek tohumunu iş adamının bahçesine uçurdu. Fakat bahçenin her tarafı parsellenmiş, sadece limon ağaçlarının altında yer kalmıştı. Bir an önce filizlenmek zorunda olan tohumlar, limon ağaçlarının yanına gelerek onların altında yeşermek için izin istedi.

Büyük ağaç, iyice kasılarak:

 —Böyle bir şey asla mümkün olamaz, diye atıldı Bizler kuru kalmayı pek sevmeyiz Eğer dibimde çoğalırsanız, suyu emip beni kurutursunuz.

Küçük ağaç, uzun boylu arkadaşının tohumlara verdiği cevabı beğenmemişti Çünkü o, kendisine hayat verenin, o hayat için gerekli olan suyu da vereceğini çok iyi biliyordu Bu yüzden, aklına bile gelmiyordu susuzluk.

Ancak küçük limon ağacı bu teklifi kabul etti. Küçük limon ağacı altında filizlenen tohumlar, bir kaç hafta içinde cennet çiçekleri gibi açıp bütün bahçenin göz bebeği haline geldi Bu arada ağaç, elinden geldiği kadar kendilerine yardımcı olmaya çalışıyor ve çiçeklerin sevdiği yarı güneşli ortamı sağlamak için, eski yapraklarını döküyordu.

Çiçekleri sevgiyle kucaklayan ağaç, ertesi bahara kalmadan o civarın en büyük ağacı haline geldi ve birbirinden güzel kelebeklerin ziyaret yeri oldu Daha sonra da kendi çiçeklerini açarak bahçenin güzelliğine güzellik kattı.

Şimdi küçük ve yalnız kalmış olan limon ağacı ise, komşusuna duyduğu kıskançlıkla için için kuruyordu.

Kıskançlık zorlu bir diş ağrısı gibidir. İnsan kıskançlık duyduğu zaman bir şey yapamaz, oturamaz bile. Ancak gidip gelebilir. Bir noktadan öbürüne.

Milan Kundera

 

 

Sarmaşık, Ağaç Ve Güneş..

kıskançlık1alıntı sözleri

Ağaç ve güneş birbirini çok severmiş ama sarmaşık hep onları kıskanırmış.

Sarmaşık kıskanır ama ağaç bakmazmış güneşi gerçekten sevdiği için…

En sonunda bir gün güneş uyandığında ağacın onu seyrettiğini görmüş…

Önce sevinmiş…Ama sonra üzülmüş.

Sarmaşık her gün kıskançlıktan ağaca sarıldığından.En sonunda boğulmuş ağaç.

Sonra anlamış sarmaşık iş işten geçtikten sonra.

Kıskançlık onu da kendisini de öldürmüş.

Kıskançlık, gizlenen bir hayranlıktır. Hayranlığına teslim olarak mutluluğun olanaksızlığını hisseden hayran, kıskanmayı seçer. Bu durumda, içinde şimdi aslında hayran olduğu şeyin söz konusu olmadığı, yalnızca tatsız bir aptallık, tuhaflık, aşırılık olduğu başka bir anlatıma sarılır.

Soren Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk

Beyaz poşet

yaşlı kadınalıntı sözleri

Genç adam sokağın başındaki büyük binanın giriş katında camın tam kenarında oturup dışarıya bakan yaşlı kadınla selamlaşıyordu her sabah? Kadın bir gün genç adama seslendi:

– Bakar mısın delikanlı?

– Buyur teyzecim? dedi her sabah selamlaştığı kadına ve cama yaklaştı.Yaşlı kadın:

– Evladım benim iki bacağım da yok bana ekmek parası verir misin?dedi.

Genç adam çok üzüldü ve bütün parasını kadına verdi. Sonra işe gitti. İş yerinde hep o kadını düşündü. Kim bilir ne zordu kadının durumu. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar zordaydı. İki bacağı da yoktu. Ertesi sabah erkenden kalkıp bakkala gitti. Bir şişe süt ve bir ekmek aldı? Kadın camdaydı. Poşeti kadına verdi. Kadının gözlerinde ki mutluluk onu heyecanlandırdı. İyi bir şey yaptığına inanıyordu. İçinde çok büyük bir huzur vardı.

İş yerindeki bir arkadaşına durumu anlatınca, arkadaşı kahkahalarla gülmeye başladı:

– Oğlum sen manyak mısın, hangi devirde yaşıyoruz. Senin gibi saflar inanır buna sadece. Bacakları yokmuş? Ben de yedim! Safsın oğlum kabul et. Her cam kenarında oturanın bacakları olmasaydı memleket bacaksızdan geçilmezdi.dedi ve alay etti.

O gün akşama kadar genç adamın ağzını bıçak açmadı. Arkadaşının sözlerini düşündü hep! Ya Ümit haklıysa? Ama kadının bakışları çok inandırıcı ve huzur doluydu.

Ertesi sabah yine bir şişe süt ve bir ekmek aldı. Kadının penceresine doğru yaklaştı, ona görünmeden binanın arka tarafında bulunan giriş kapısından içeri girdi ve elindeki poşeti usulca yaşlı kadının kapısının önüne bıraktı. Gazete dağıtıcılarının aceleci tavrıyla zile basıp içindeki yüksek tedirginlikle kapı açılmadan hızlıca uzaklaştı binadan. Kadın kapıyı açmamalıydı. Ya sakat değilse, ya Ümit haklıysa?

O günden sonra genç adam bir daha da kadına görünmedi. Onun gözlerinde gördüğü mutluluğa olan inancından dolayı her sabah aynı şekilde içi dolu beyaz poşeti kapının önüne gizlice bırakıp, zile basıyor ve kaçıyordu.

Bu iş böyle yıllarca devam etti. Hiç kimseye anlatmadı. Yine bir sabah kahvaltısını yaptı. Poşeti hazırladı ve sokağa çıktı. Binaya girmek üzere kapıya doğru yönelince kalabalığı fark etti. Ciddi bir kalabalıktı bu. Belli ki kötü bir şey olmuştu. Kapının önündeki memura yaklaştı ve ne olduğunu sordu.

– Giriş katta yaşayan yaşlı bir kadın varmış. Dün sabah üst kattaki komşusundan aşağı inerken merdivenlerden kaymış ve kafasını basamaklardan birinin köşesine çarparak ölmüş.dedi memur.

Dünyası başına yıkıldı genç adamın, elindeki ki beyaz poşet yere düştü. İçindeki süt şişesi kırıldı. Ümit haklı çıkmıştı ve o tam üç sene boyunca bir sahtekara hizmet etmişti. Neyse polis poşeti yerden aldı ve içine baktı. Aradığı parmak izini bulmuş bir dedektifin yüzünde oluşan ifadeyle merdiven boşluğuna doğru seslendi:

– Amirim beklenen kişi geldi?

Amir, dışarı seslendi:

– İçeri yolla!

Polis memuru genç adama:

– Amirim sizi bekliyor içeride?diyerek genç adamı içeri yolladı.

Ne olmuş olabilirdi ki? Şüpheliler listesinde adının geçtiğini duyan bir masumun sıkıntılı yüz ifadesiyle içeri girdi. Amir üzerinde Sabah 8:15’te elinde süt şişesiyle gelen adama verilecek! yazan sarı zarfı,

– Bu mektup rahmetlinin üzerinden çıktı.diyerek adama uzattı?

Eski bir zarftı. İçinde bir mektup vardı. Ne olabilirdi ki? Az önce hezimete uğramış bir beden yeni bir sarsıntıyı kaldıramazdı. Mektupta aynen şunlar yazıyordu:

– Birine bir iyilik ya da kötülük yaparken, içinde zerre kadar şüphe oluşursa hemen vazgeç yapacağın iyilik ya da kötülükten. Sen her sabah kapıma bir ekmek, bir şişe süt ve kocaman bir şüphe bırakıp gidiyordun. Acı çekiyordun. Kapıyı açma ihtimalimden korkuyordun hep. Oysa ben sana sarılmayı ne çok isterdim. Oğlum demeyi, gözlerine bakmayı isterdim. Hesap yapmadan yaşa evlat ve yüzleşmekten korkma? Eğer iyi bir şey yaptığına inanıyorsan, yaptığın şey mutlaka iyidir. İyi bir şey yaparken acı çekenler, başkaları için iyilik yapanlardır. Hayatın boyunca kimse için hiçbir şey yapma, her ne yapıyorsan sadece kendin için yap; çünkü ben hep öyle yaşadım.

Etkilenmişti; ama yazılanlar kadının yalanının üstünü kapatmıyordu. Mektubu cebine koydu, çıkmak üzere kapıya yönlenirken üst kattan gelen yüksek bir ağlama sesiyle irkildi. Kadının biri;

-Benim yüzümden öldü, benim yüzümden öldü!? diyerek hüngür hüngür ağlıyordu. Amire sordu:

– Bu ağlayan kadın kim?

Sabahtan beri olup biten her şeyden haberi olan amir, konuya tam olan vukufiyetiyle anlattı:

– Rahmetli iyi bir kadınmış. Her sabah bir şişe süt ve bir ekmek götürüyormuş üst kattaki bu yatalak komşusuna. Dün sabah yine götürmüş, dönerken koltuk değneklerinden biri kırılmış, yaşlı kadın o yüzden düşmüş merdivenlerden; ama aldırış etme, yaşlılar böyle olur. Ekmeği sütü kesildi ya ona ağlıyordur.

Genç adam küçük dilini yutmuş gibiydi. Üst üste aynı kişi hakkında taban tabana zıt bu kadar şeyi düşünmek? Hemen yukarı çıktı. Ağlayan kadına yaklaştı. Kimsesiz bir yatalaktı. Gözyaşını silip sarıldı ve elini öptü. Kadının gözlerinde ölen yaşlı kadının bakışları vardı. O günden sonra her sabah o yaşlı gözlere sinmiş bir tutam mutluluğu da yanına alarak iş yerine gidiyor, sessizce Ümit’in yanındaki masasına oturuyordu. İsmini bile bilmediğim bu adam hakkında bildiğim tek şey, sabahları işe yarım saat geç gidip akşam da yarım saat geç çıktığıdır. Soranlara,

– Taşındım o yüzden!diyormuş.

Bir de geçen gün biriyle karakolluk olmuş, onu duymuştum. Adam şikayet dilekçesinde,

– Bu adam her sabah koca kaldırımı bırakıyor bizim camın dibinden dibinden yürüyor. Bir de pencerelerden içeri bakıyor dik dik! Sapık mıdır nedir? yazıyormuş!

Erdal Demirkıran..

Üçlü Filtre Testi

 

sokrates1alıntı sözleri

Bir gün bir tanıdığı ünlü filozofa rastladı ve dedi ki;

“Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?”

“Bir dakika bekle” diye cevap verdi Sokrat.

“Bana bir şey söylemeden önce seni küçük bir testten geçirmek istiyorum.

Buna ÜÇLÜ FİLTRE TESTİ deniyor.

“Üçlü Filtre?!”

“Doğru” diye devam etti Sokrat.”Benim arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir.

Birinci filtre ile başlayalım: GERÇEKLİK FİLTRESİ.

Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?”

“Hayır” dedi adam “Aslında bunu sadece duydum ve…”

“Tamam,” dedi Sokrat “Demek sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. 

Şimdi ikinci filtreyi deneyelim. Bu filtrenin adı İYİLİK FİLTRESİ.

Arkadaşım hakkında bana söylemek istediğin şey iyi bir şey mi?

“Hayır, tam tersi…”

“Öyleyse,” diye devam etti Sokrat, “Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı.

Bu filtrenin adı İŞE YARARLILIK FİLTRESİ. Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey,benim işime yarar mı?

“Doğrusunu söylemek gerekiyorsa hayır, yaramaz”

“İyi” diye yanıt verdi Sokrat, “Eğer bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar, faydalı değilse bana niye söyleyesin ki?”

Üçlü Filtre Testini hayatınıza dahil etmeyi deneyin

Önyargıları, en çok, toprağı eğitimle gevşetilmemiş veya gübrelenmemiş kalpten silmek zordur; orada büyürler, taşlar arasındaki otlar kadar kalıcıdırlar.
Charlotte Bronte

Kalk Ayağa

engelli çocukalıntı sözleri

Askeriyeden bir subay milli güvenlik dersini vermek için bir özel okula gönderilir. Subay okula gider ve öğretmenler odasına girer. Buradaki öğretmenlerle bir süre sohbet eder. Dersine girecek olduğu sınıfı öğretmenlere sorar. Tüm öğretmenler bu sınıfın okulun en haylaz, en yaramaz, en söz dinlemez sınıfı olduğunu söylerler ve subaya sert olmasını tavsiye ederler. Subayda “ben askeri eğitim aldım, onları yola getiririm” der.

Daha sonra subay sınıfa girmiş, herkes ayağa kalkmış. İçlerinden bir kişi ayağa kalkmamış. Subay bunu farketmiş ve bozuntuya vermeden masasına gidip çantasını koymuş. Öylece kalkmayan çocuğa bakıyormuş. Herkes ayakta bir çocuk oturur vaziyette 5 dakika beklemiş.

Ardından “arkadaşım yeter bu kadar eğlence hadi kalk ayağa” demiş. Çocuk tepki vermemiş hiç. Subay sinirlenmiş ses tonunu yükselterek “Sana diyorum kalk ayağa” demiş. Fakat çocuk yine öylece oturuyormuş. Subay sinirlenmiş ve elini masaya vurarak “kalk ayağa ” demiş.

Çocuktan hala tepki yok. Subayın tepesi atmış ve bir hışımla çocuğun yanına gitmiş. “Kalk lan ayağa” diye var gücüyle bağırmış. Çocuk subaya bakmış ve ” Kalkmayı sizden çok istiyorum ama ayaklarım yok ” demiş. Subay çocuğun özürlü olduğunu görünce kendinden çok utanmış ve dersi bırakarak okuldan ayrılmış.

Önyargılar algıları sınırlar. Görmek inanmaktır, ama çoğunlukla neye inanıyorsak onu görürüz. Çalışmalar sürekli olarak dünyanın nasıl olduğuna inanmak istiyorsak algılarımızı da o şekilde filtreledigimizi gösteriyor.

Lee Lipsenthal, Tek Tadımlık Hayat

Son Yaprak:Umudunu Kaybetmemek

son yaprakalıntı sözleri

Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı. Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu.

Günlerden bir gün kız arkadaşlardan biri zatürree hastalığına yakalandı. Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu…

Geriye doğru sayıyordu; “On iki” dedi, biraz sonra da “on bir”; arkasından “on”, sonra “dokuz”; daha sonra, hemen birbiri ardına “sekiz” ve “yedi”. Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba? Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.

Dönüp arkadaşına “Neyin var?” diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde” altı” dedi. “Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane vardı. Saymaktan başıma ağrı giriyordu. Ama şimdi kolaylaştı. İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi.” “Beş tane ne?” diye sordu arkadaşı. “Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, ben de mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu.”

Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü. Fakat o: “İşte bir tanesi daha gidiyor. Hayır, çorba filan istemiyorum. Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü görmek istiyorum.. Ondan sonra ben de gideceğim.” diyerek cevap verdi.

Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt katta ki yaşlı ressama ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı adama. Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetle esen rüzgardan sonra, bir asma yaprağı hala yerinde duruyordu.

Sapına yakın tarafları hala koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak, yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu.

“Bu sonuncusu” dedi hasta kız.”Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm. Rüzgârı duydum. Bugün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim.” Ağır ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyorlardı.

Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı hâlâ yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun uzun yaprağı seyretti. Sonra arkadaşına seslendi

-Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu.

-Ölümü istemek günahtır. Şimdi biraz bana çorba verebilirsin.

Akşamüstü gelen doktor ayrılırken; şimdi alt kattaki bir hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree. Yaşlı adamcağız çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor dedi.

Ertesi gün doktor : “Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız.” dedi. O gün öğleden sonra arkadaşı artık iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş.

Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti kimse. Sonra, hala yanık duran bir gemici feneri, yerinden sürüklene sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar. O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgâr estiği zaman bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı adam, son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı.

İnançlarınızı hayallerinizi ve arzularınızı destekler şekilde değiştirebilirsiniz. Kendinize ve istediklerinize güçlü bir şekilde inanın.Marcia Wieder

Her kışın yüreğinde titreyen bir bahar vardır, her gecenin peçesinin ardında, tebessümle bekleyen bir şafak vardır.Halil Cibran

Hediye Kutusu

hediye kutusualıntı sözleri

Adam 3 yaşındaki kızını, gayet pahalı bir hediyelik kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız, koskoca bir paket altın yaldızlı kağıdı bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı…

Yılbaşı sabahı küçük kızı, paketi getirip:

“- Bu senin babacığım” dediğinde çok üzüldü.

Acaba gereğinden fazla mı tepki göstermişti kızı…na. Bir gece evvel yaptığından utanarak, kutuyu açtı.

Fakat kutunun içi boştu.

Kızına gene çıkıştı:

“- Birisine bir hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?..”

Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına baktı.

“- O kutu boş değil ki baba! İçini öpücüklerle doldurmuştum!..”

Babası o kadar çok üzüldü ki, koştu, kızına sarıldı.

Beraberce ağladılar.

Adam o kutuyu ömrünün sonuna kadar sakladı. Ne zaman keyfi kaçsa, ne zaman morali bozulsa, ne zaman kendini kötü hissetse, kutuya koşar, içinden minik kızının sevgi ile doldurduğu hayali öpücüklerden birini çıkarırdı. Aslında bütün insanlara böyle bir kutu mutlaka verilmiştir.

Zor zamanlarda bu kutuyu çıkarıp içine bakabilmeyi başarmak,

Mutluluğun anahtarlarından biri olsa gerek.

Umarım hayat boyu Zor zamanlarında sizi mutlu edebilecek, böyle sayısız kutularınız olur.

Birini ben gönderiyorum size. İçini dostluğumla, sevgimle doldurdum. Onu iyi saklayın…